6 Ekim 2025 Pazartesi

Işığın Dönüşü: Akyamaç Destanı

Etiketler

Akyamaç
Akyamaç destanı



Üç tarafı göllerle çevrili, içinden Mavihan Nehri’nin mavi damar gibi aktığı, kuzeyinde Kızılpençe Dağları’nın gölgesine sığınmış bir şehir.
Sabahları buğulu bir ışıkla uyanır, akşamları suların aynasında kendi güzelliğini seyrederdi.
Taş sokakları hep serindi, her köşe başında bir dua, her avluda bir hikâye saklıydı.

Civarında dört kardeş şehir vardı:
Uz, Yesr, Lebu ve Ariler.
Bu şehirler, örf ve inanç bakımından Akyamaç’a yakındı.
Düğünleri benzer, duaları birdi.
Bu yüzden ne dışarıdan saldırı gelir, ne de içlerinde nifak yeşerirdi.
Onları güçlü kılan kılıç değil, birlikti.

Akyamaç tahtında Karahan Bey oturuyordu.
Yaşlıydı artık; gözleri uzağı seçmez, kulakları sarayın duvarları dışındaki fısıltıları duymaz olmuştu.
Ne inançla ne de örfle eskisi kadar ilgilenirdi.
Ama şehrini severdi; sokaklarda oynayan çocukların sesine gülümser, gölün kenarında balıkçılara selam ederdi.
Yine de, iyilikle dolu kalbi, zamanın ağırlığını taşıyamaz olmuştu.
Vezirleri onun yerine kararlar alır, o da çoğu kez sessiz kalırdı.

Tam da o sessizlikte serpildi Kanlıfanus.
Adı bile uğursuzdu.
Ne tam bir tarikat, ne de tam bir topluluktu — daha çok gölgelerde süzülen bir fikir gibiydi.
Görünürde karanlığa karşı olduklarını söylerlerdi ama karanlığı bizzat kendileri büyütürlerdi.

Kanlıfanus’un tek gayesi vardı:
Akyamaç’ın tahtına Çeridoğan adında genç, ateşli, halkın gözünde “adil” birini hazırlamak.
Önce Karahan’ı zayıf göstereceklerdi.
Ticaret yolları kesilecek, kervanlar engellenecek, göllerin çevresi “güvensiz” ilan edilecekti.
Halk, “Karahan devri bitti” demeye başlayacaktı.

Ve planın ikinci perdesi, sürgünle başlayacaktı.
Ama o, başka bir hikâyenin kapısını aralayacaktı…

Akyamaç halkı uzun zamandır böyle bir kış görmemişti.
Göl donmuş, nehir ağır ağır nefes alır olmuştu.
Çarşı sessizdi; eski günlerdeki gürültü, şimdi yalnızca hatıralarda yankılanıyordu.
Bu sessizlik, fırtınadan önceki sessizlikti.

Yaşlı Karahan Bey, tahtında hâlâ gururlu otururdu ama gözlerinde karanlık bir gölge belirmişti.
Vezirlerinden bazıları artık kendi aralarında fısıldaşır olmuş,
emirleri geciktiriyor, yanlış yönlendirmeler yapıyordu.
Bu fısıltıların kökü derinlerdeydi: Kanlıfanus.

Kanlıfanus’un hedefi açıktı:
Akyamaç’ın kalbine kendi adamını oturtmak,
şehrin dikkatini içe çevirip çevredeki şehirleri — Uz, Yesr, Lebu ve Ariler’i — kolay lokma haline getirmek.
Ama bu plan, doğrudan saldırıyla değil, oyunla işleyecekti.

Bu oyun için bir yüz gerekiyordu.
Halkın inandığı, masum görünen,
sözleriyle gönülleri okşayıp
düşmanlığını dua gibi gizleyebilen biri…
O kişi Çeridoğan oldu.

Başta herkes onu sevdi.
Pazar yerinde konuşur,
adalet, eşitlik, bereketten bahsederdi.
Halk “işte beklenen kurtarıcı” derken,
Karahan’ın gölgesi küçülüyor, itibarını yitiriyordu.
Bütün bunlar Kanlıfanus’un tam planladığı gibi ilerliyordu.

Bir gece, sarayın taş duvarları arasında alınan gizli bir kararla,
Çeridoğan sürgüne gönderildi.
Görünürde “devlete baş kaldırmış bir bey”di,
ama perde arkasında bu sürgün,
Kanlıfanus’un yazdığı bir tiyatro sahnesiydi.

Dağ köyüne gönderildi Çeridoğan —
kar fırtınalarının örttüğü,
kimsenin gitmediği bir yer.
Ama o yalnız kalmadı.
Yanında Kanlıfanus’un en sadık gözcüleri,
ve gizli mesajları taşıyan kervanlar vardı.

Halksa başka bir hikâyeye inanıyordu.
“Çeridoğan bize doğruları söylediği için cezalandırıldı,” dediler.
“Gerçekleri susturmak istiyorlar,” dediler.
Ve böylece,
ihanetin tohumu halkın dualarına karıştı.

Bir yıl boyunca Akyamaç,
kendi iç kavgalarıyla uğraşırken,
Kanlıfanus’un gölgesi çevredeki şehirlerin üzerine düştü.
Uz’un kapıları sessizce açıldı,
Yesr’in tarlaları yandı,
Ariler’in çocukları başka dillere uyanmaya başladı.

Akyamaç uyuyordu…
Ve o uykunun başucunda,
Çeridoğan’ın gülümseyen maskesi duruyordu.

Bir yıl geçti.
Akyamaç gölünün üzerindeki buzlar erimeye yüz tutarken,
sürgünün yankısı halkın dilinde hâlâ sıcaktı.
Çarşıdaki her ağızdan aynı söz dökülüyordu:
“Çeridoğan haksızlığa uğradı.”

Sonra bir sabah, sislerin içinden gelen bir atlı göründü.
Üzerinde sade ama heybetli bir kaftan, elinde bir asa vardı.
Köylüler, çarşı esnafı, çocuklar koştu meydanlara.
“Dönmüş! Adalet dağdan inmiş!” diye haykırdılar.

Çeridoğan, gözlerini nemli gösteren bir tebessümle halka seslendi:

> “Ben halkın evladıyım…
Bana zulmedenleri affettim,
Akyamaç’ı yeniden diriltmeye geldim.”



Bu sözler, yoksulluğun ve korkunun yorduğu kalplere ilaç gibi geldi.
Çünkü artık şehir umutla nefes almak istiyordu.

O gün, toy günü ilan edildi.
Meydanlar süslendi, göl kıyısında ateşler yakıldı,
ve Karahan Bey’in yorgun elleriyle tuttuğu asa
Çeridoğan’ın eline geçti.
Artık Akyamaç’ın Kralı Çeridoğan vardı.

İlk aylar…
her şey düzene girdi gibi göründü.
Pazarlar yeniden doldu,
uzun zamandır sessiz kalan çekiç sesleri atölyelerde yankılandı.
Saray meydanına yeni sütunlar dikildi,
ve halk “Kralımız çalışıyor” diyerek onu övdü.

Ama bu düzen,
bir bahar yağmuru gibiydi —
toprağı ıslatır ama kökleri doyurmazdı.
Ekonomi yüzeyde toparlanmış,
ama şehir altından sessizce Kanlıfanus’un ipleriyle çekiliyordu.
Vezirler değişmişti,
ama aynı gözler hâlâ aynı emirleri bekliyordu.

Akyamaç halkı içinse bunların önemi yoktu.
Uzun yıllar süren karanlıktan sonra
yeniden şarkı söyleyebiliyorlardı ya,
işte o onlara yeterdi.
Huzur geri dönmüş gibiydi —
geçici ama büyüleyici bir huzur.

O günlerde kimse fark etmedi…
Kral Çeridoğan’ın gölgesi,
sarayın mermer duvarlarında uzayıp büyüyordu.

Şehirde bir Aşk kıvılcımı

Akyamaç sabahları başkaydı.
Gölün üzerinden kalkan ince sis, çarşının taş döşeli sokaklarına süzülür,
dükkanların önüne yeni bir günün yorgun nefesini bırakırdı.
Demircinin örs sesi, uzaktan gelen taze ekmek kokusuna karışır;
herkes kendi işine, kendi derdine yönelirdi.

O sabah, Feyzar dükkânında bir yelpazeyi onarıyordu.
Ahşap sapın çatlağını sabırla zımparalıyor,
tel kanatları yerine oturturken arada kendi kendine mırıldanıyordu.
Onun elleri bu işi severdi —
her darbede biraz emek, biraz sabır gizliydi.

Tam o sırada yan dükkândan bir ses duyuldu.
Yaşlı Fatma Bacı, her zamanki gibi sabah düzenini yapıyor,
şallarını tek tek katlıyordu.
Ama bu kez yanında biri vardı —
gölgesinden bile belli oluyordu, gençti, dinçti.

Feyzar, başını kaldırıp kapı aralığından baktı.
Selvi boylu, düzgün bakışlı bir kız tezgâhın arkasında annesine yardım ediyordu.
Kumaşın üzerine eğildiğinde güneş ışığı saçlarına vurdu;
parlak, ama yakıcı değil — sanki Akyamaç’ın sabahını anlatan bir ışıktı o.

“Herhalde Fatma Bacı’nın kızı...” diye geçirdi içinden.
Sonra hemen toparlandı, kendi kendine kızar gibi mırıldandı:

> “Olmaz, komşudur... insan komşunun kızına öyle bakmaz.”

Ama yine de elindeki yelpazenin sapını yamulttuğunu fark etti.
Gülüp başını iki yana salladı,
ve işe geri döndü.

O sabah hiçbir şey olmamış gibiydi,
ama bir şey değişmişti.
Çarşı aynıydı, göl aynıydı,
ama rüzgâr, Feyzar’ın dükkanının perdesini biraz daha farklı savuruyordu.


Artık İslinur her gün dükkândaydı.
Annesi Fatma Bacı’nın elinden işleri yavaş yavaş devralıyor,
şalları katlıyor, ipekleri seriyor,
rüzgârın tozunu bile incitmeden süpürüyordu.

Feyzar’ın içinde ise tarif edemediği bir tıktırtı vardı.
Sanki kalbinin içinde küçük bir çark dönüyor,
her döndüğünde göğsünde ince bir yankı bırakıyordu.
Gözleri, aklını dinlemeyi çoktan bırakmıştı.
İslinur tezgâhın arkasında eğilse, gözleri onu bulurdu.
Kervandan mal indirirken,
şalı omzuna atarken,
ya da sadece göl rüzgârını dinlerken...
Feyzar’ın bakışları hep oradaydı.

Ne kadar dirense de faydasızdı.
Çünkü gözleri artık emri kalpten alıyordu.

Kendi kendine mırıldandı:

> “Çok şükür, baktığımı fark etmiyor...
yoksa ayıp olurdu.”

Oysa bilmiyordu ki...
Kadınlar bakmadan da görürler.
Göz değil, gönül görür bazen —
ve İslinur’un gönlü, çoktan bir fısıltıyı duymaya başlamıştı.

Bir gün,
İslinur dükkânda şalları düzeltirken,
Feyzar yine “fark etmez nasılsa” diyerek gözlerini ona çevirmişti.
Oysa o bakış, bu kez fazla uzun kalmıştı…

Ve bir anda,
İslinur’un bakışlarıyla çakıştı.
Zaman dondu.
Sanki çarşıdaki bütün sesler, örs vuruşları, rüzgâr uğultusu bir anda sustu.
Feyzar nefes almayı unuttu.
Kalbi, göğsünde bir kuş gibi çırpındı ama dışarı çıkamadı.

İslinur bakışını çekmedi.
Bir müddet öylece durdu — ne sinirliydi ne de şaşkındı.
Sonra yavaşça,
hiç beklenmedik bir hareketle Feyzar’a tükürdü.

O an Feyzar’ın içinden bir sıcaklık geçti —
utanma, ezilme, yakalanmışlık ve garip bir ferahlık karışımı bir duygu.
Yerin dibine geçmek istiyordu,
ama tam o anda…
İslinur’un dudaklarında ince bir tebessüm belirdi.

O tebessüm, Feyzar’ın aklını kararttı.
Ne utancı kaldı, ne sözü.
Kalbi öyle hızlı atıyordu ki,
kendi bedenine sığmadı sanki.
Heyecan ve mutluluğun şokuyla sarhoş olmuştu.



Çeridoğan, göz boyayan vaatleriyle Akyamaç’ın aklını çelmiş, onu rüyalarla sarhoş etmişti.
Şehirde umut kokan bir sessizlik hâkimdi… ta ki o sabah uyanana dek.
Güneş daha doğmamıştı, ama dumanlar doğudan yükseliyordu.
Uz şehri saldırıya uğramış, surların taşları bile acıyla inliyordu.
Sokaklar karışmış, nal sesleri yürekleri ezmişti.
Akyamaç, olan bitene inanamaz haldeydi. Dün sarhoştu, bugün ayılmanın en acı hâlini yaşıyordu.

Akyamaç hüzün içindeydi.
Birileri sessizce ağlıyor, birileri taş kesilmiş gibi yere bakıyordu.
Şehrin üstüne çöken sessizlik, ölülerin bile uykusunu bozacak cinstendi.

O sırada Çeridoğan kalabalığın önüne çıktı.
Yüzüne sahte bir hüzün maskesi takmış, sesini kalabalığa duyuracak kadar yükseltti:
“Ey kardeşlerim! Bu gün kardeşlerimiz saldırıya uğramış, Uz şehri düşmüştür!
Ama unutmayın; onların intikamı alınacak, adalet yerini bulacaktır!”

Meydanda bir uğultu yayıldı, umut yeniden kıvılcım gibi canlandı.
Kadınlar dualar etti, erkekler yumruklarını sıktı.
Kimse bilmiyordu ki,
o kalabalığa sahte gözyaşlarıyla seslenen Çeridoğan,
Uz’un katillerinden biriydi.


Sırada Yesr şehri vardı.
Ama batı sınırında, Lebu şehrinin kralı Ammar, sabırsız ve ateşliydi.
“Uz’lu kardeşlerimizin intikamını almalıyız! Durmak hatadır!” diye haykırıyordu.
Bu taşkınlık, Kanlıfanus’un planlarını zora sokuyordu.
Çünkü Lebu’ya doğrudan saldırmak, halkın gözünde ihaneti açık ederdi.

O yüzden başka bir yol seçtiler.
Bir iç savaş planlandı.
Casuslar şehre sızdı, fısıltılar yayıldı:
“Kral Ammar, beytülmalı boşalttı, halkın malını kendine aldı!”
Bu yalan, karanlık bir yangın gibi şehrin sokaklarında büyüdü.

Ve bir gün…
Güney pazarında biri, kalabalığın içinde haykırdı:
“Ammar artık tahtta olamaz!”

O ses yükselir yükselmez, Kanlıfanus’un gizli elleri harekete geçti.
Oklar fırladı.
Bağıran kişi oracıkta can verdi.
Cinayet, Ammar’ın üstüne yıkıldı.

Bir zamanlar halkının yüreğinde taht kuran Ammar,
şimdi o halkın hedefiydi.
Taşlar yağdı üstüne.
Kendi şehrinin taşları, kendi halkının elleriyle ölümünü mühürledi.

Ammar, Akyamaç’ın dostuydu;
darlıkta onlara hububat yollar, yoklukta el uzatırdı.
Ama o da gitti.
Ve Lebu şehri, iç savaşın ateşiyle paramparça oldu.

Akyamaç’ta kimileri gözyaşı dökerken,
kimileri iftiranın esiri olup sessizce alkış tuttu.

Feyzar ve islinur

Feyzar ile İslinur’un arasındaki o sessiz yangın,
her geçen gün biraz daha büyüyordu.
Artık bakışlar kelimelerin yerini almış,
her göz göze geliş bir sır, bir itiraf taşır olmuştu.

Feyzar’ın elleri ahşap yelpazelerin kenarlarını işlerken,
aklı hep İslinur’un yüzünde,
yüreği ise bir başka ağırlığın pençesindeydi.

İçinde kemiren bir düşünce vardı:
“Neden Çeridoğan tahta geçtiğinden beri şehirler birer birer düşüyor?”
Bu soru beyninde dönüp duruyor, geceleri uykularını kaçırıyordu.

İslinur ise, onun gözlerindeki gölgeyi fark ediyordu.
O derin, uzak bakışların ardında bir huzursuzluk vardı.
Kadın sezgisiyle hissediyordu;
Feyzar sadece kendisini değil,
bütün Akyamaç’ın geleceğini de düşünüyordu.


Ve yine o sabah, Çeridoğan meydana çıktı.
Kalabalığın uğultusu bir dalga gibi kesildi.
Sahte bir hüzünle sesini yükseltti:

> “Ammar kardeşimizin başına gelenler elbette hepimizi üzmüştür.
Lâkin o da bu hatayı yapmamalıydı...
Kim devletin malına el uzatırsa sonu böyledir!”



Bu sözlerle halkın kalbine fitne tohumları ekti.
Ama o an, Feyzar’ın kalbine bir bıçak saplanmış gibiydi.
İlk kez, Çeridoğan’ın yüzündeki sahte nurun altındaki karanlığı sezdi.

Kral devam etti,
vaatlerini bir kılıç gibi sallayarak:

> “Kendi kılıcımızı, kendi mancınığımızı biz üreteceğiz!
Kirli ellerin buna engel olmasına izin vermeyeceğiz!”


Kalabalık alkışlarla dağıldı.
Lâkin Feyzar meydanın ortasında kala kaldı.
Gözleri, meydandaki eski taş çeşmede donup kaldı;
suyun akışı sanki içindeki karmaşayı anlatıyordu.

Bir köşede İslinur, sessizce onu izliyordu.
Kadınca bir sezgiyle,
onun yüreğinde fırtınalar estiğini hissediyordu.

Bir müddet sonra Feyzar, adımlarını göl kenarına sürükledi.
Sular durgundu, ama içinde bir çağlayan kopuyordu.
Gözlerini göle dikti, uzun uzun düşündü:
“Neler oluyor? Bu işte bir terslik var…”

İşte o anda, arkasından bir ses değil,
bir nefes gibi bir varlık duydu.
Arkasına döndü — İslinur oradaydı.

Bir süre sessizce birbirlerine baktılar.
Sanki bin yıllık bir özlemin iki ucu,
nihayet aynı çizgide buluşmuştu.

Hiçbir şey demediler.
Söz, o anın yükünü taşıyamazdı zaten.
Ve sonra…
birbirlerine yaklaşıp sarıldılar.
Ne nefes vardı aralarında, ne kuşku…
O sarılma uzun sürdü;
belki bir hayat, belki de bir vedaydı.

Bir müddet sonra o uzun sarılma yavaşça çözüldü,
ama eller hâlâ birbirine kenetliydi.
İkisinin de nefesi birbirine karışıyor,
sanki kalpler aynı ritimde çarpıyordu.

İslinur, Feyzar’ın yüzüne baktı.
Gözlerinde hem yorgunluk hem öfke vardı,
ama bir de içten yanmayı anlatan derin bir sessizlik.

Sessizliği bozan ilk o oldu:

> “Nedir bu gözlerindeki yorgun öfke, Feyzar?”


Feyzar, gözlerini gölden ayırmadan kısık bir sesle mırıldandı:

> “Bala karışmış zehir, selvi boylum...”

İslinur’un kalbi o anda dondu.
Ne dediğini anladı.
Çünkü o da biliyordu:
Çeridoğan’ın sözleri bal gibi görünse de, özü zehirdi.

Bir rüzgâr esti; gölün yüzü titredi,
sanki tabiat bile bu sözden ürkmüştü.
Ve o anda İslinur’un içine de bir endişe düştü.
Korkunun adı yoktu, ama yönü belliydi.
Bir şeylerin hızla kötüye gittiğini ikisi de artık seziyordu.

O gün, Akyamaç’ın sokaklarında tuhaf bir sessizlik vardı.
Nehir’in suları bile ağır akıyordu sanki;
çünkü kanlı plan nihayet işlemeye başlamıştı.

Çeridoğan’a bir haber sızdırılmıştı:
sözde, ona karşı bir kalkışma olacaktı.
Halk bu defa temkinliydi —
ya da öyle sandı.

Gecenin bir vakti, Kanlıfanus’un fedaileri şehre girdi.
Yüzleri örtülüydü, üzerlerindeki kıyafetler kasıtlı olarak dikkat çekiciydi;
ama adımları kurnazdı,
çünkü maksat gizlenmek değil, gizliymiş gibi görünmekti.

Bu adamlardan bazıları, Akyamaç’ın sadık vezirlerinin evlerine yöneldi.
Bir gören olacak kadar açık,
ama yakalanmayacak kadar gizli bir oyunla içeri girdiler.

Ve oraya, kimsenin fark etmeyeceğini umdukları ama elbette bulunacak şekilde,
parşömenler bıraktılar.
Bu parşömenlerde Kanlıfanus’un alameti vardı;
üzerine, sanki sadık vezirlere yazılmış gibi dizilmiş cümleler:

> “Hazır olun. Kral Çeridoğan bu gece ortadan kaldırılacak.”

Her şey hesaplıydı.
Her detay birer tuzaktı.

Sabah olduğunda, planın ikinci perdesi açıldı.
Aynı maskeli fedailer bu kez meydan civarına sızdı,
ve Çeridoğan’a saldırı düzenledi.
Ama bu saldırı, bir tiyatrodan farksızdı.
Çeridoğan’ın korumaları onları anında öldürdü.

Kan aktı, bağrışmalar duyuldu.
Halk meydanı doldurdu, kargaşa büyüdü.
Ve o hengâmede Çeridoğan, sahte bir şaşkınlıkla haykırdı:

> “Kim bunlar! Kim gönderdi bu hainleri?
Kralınıza kastedenlerin kökü kazınsın!”

Sonra sessizce arkasını döndü —
ve kimsenin göremediği bir tebessüm etti.

Plan kusursuz işliyordu.

Bir-iki gün sonra, biri çıktı ortaya.

> “Ben o saldırganlardan birini, falan vezirin evine girip çıkarken gördüm,” dedi.
Ve ardından bir diğeri, sonra bir başkası...
Her sadık vezirin kapısına bir tanık iliştirildi.


Artık çamur atılmıştı.
ve sadık vezirler kirletilmişti.

Ve Çeridoğan, görünürde öfkeli,
ama içten içe keyifle izliyordu bu çürümeyi.
Çünkü biliyordu;
Akyamaç artık onun elindeydi,
tıpkı bir kuşun ipi elinde olan çocuk gibi.

Sadık vezirlerin evleri, sabahın ilk ışıklarıyla baskına uğradı.
Kapılar kırıldı, aramalar yapıldı.
Ve her birinde, sanki tek elden yerleştirilmiş gibi,
Kanlıfanus’un alametini taşıyan parşömenler bulundu.

Üzerlerinde tanıdık o mühür:
Kırmızı balmumuna gömülmüş bir damla kan.
Altında yazılı satırlar:

> “Zaman geldi. Kral yok edilecek.”

Plan tıkır tıkır işliyordu.

Vezirler zincirler içinde meydana getirildi.
Kalabalığın uğultusu yükseldi,
merak, öfke ve korku birbirine karıştı.

Çeridoğan, sahnenin tam ortasında durdu;
sesi meydanı yankıladı:

> “Akyamaç size ne yaptı da ihanet ettiniz!
Size makam, şeref, rızık verdi bu şehir!
Siz ise bu nimeti kana buladınız!”


Uğultu büyüdü, halk bağırmaya başladı.
Kimse vezirlerin sözünü duymadı.
Onlar “Biz masumuz!” diye haykırdılar,
ama sesleri öfke selinde boğuldu.

Birer birer darağacına çıkarıldılar.
Kuşlar bile sessizdi o sabah.
Son nefesleriyle göğe baktılar,
ama gök bile sırtını dönmüştü artık.

Ve o gün, Akyamaç’ın meydanında ipler çekildi.
Adalet öldü, alkışlar yükseldi.

Halk kurtuluş sevinciyle bağırıyordu,
esarete doğru yürüdüklerini bilmeden...

Feyzar bu işten endişeliydi.
Olan biten şeyler, görünürde doğal olsa da, içinde bir yerlerde tuhaf bir uğultu vardı.
"Bu kadar da tesadüf olur mu?" diye geçiriyordu bazen içinden.
Ama sonra kendi kendine, "Belki de ben kuruntu yapıyorumdur," diyordu sessizce.

Ne zaman bu olaylar aklına gelse, kalbini sıkıştıran bir sancı dolaşıyordu içinde.
Göğsüne çöken bu ağırlığı hafifletmenin tek bir yolu vardı: İslinur’u düşünmek.
O düşünce bile yüzüne bir nebze huzur serpiyordu.

Çünkü İslinur’un bakışları, karanlığın ortasında yanan bir kandil gibiydi —
Feyzar için şifaydı o bakışlar.

Bir gün, Feyzar artık bu düşüncelerden uzaklaşması gerektiğine karar verdi.
Zihni savaş meydanı gibiydi — her köşesinde bir şüphe, bir ses, bir anı yankılanıyordu.
Derin bir nefes aldı, gözleri dalgınca köyün kıyısına çevrildi.
O anda aklına İslinur geldi.

Evlerinin önünden geçerken onu, annesinin yanında otururken gördü.
Yalnızca bir bakışla, göl kenarını işaret etti — fazla söze gerek yoktu.
İslinur da başını usulca salladı, o sessiz anlaşmanın anlamını ikisi de biliyordu.

Feyzar önce çarşıya uğradı,
İslinur’un en sevdiği o ekmek arası kebdi — ciğer kebabını aldı,
ve göl kenarına doğru yürüdü.

Sular dingindi, rüzgâr hafifti,
ve gün batımı, gölün üstüne yorgun bir sessizlik seriyordu.
Bir müddet orada, olanları unutup sadece İslinur’la zaman geçirdiler.
O an, ne ihanet vardı ne de endişe…
Sadece huzur —
ve birbirini anlayan iki kalp.


İslinur, Feyzar’ın göğsüne yaslandı.
Kalp atışlarını duyuyordu, ritmik ve güven vericiydi.
Bir an sustu, sonra bir latifeyle fısıldadı:

— “Kalbini duyuyorum ama ne dediğini anlamıyorum…”

Feyzar gülümsedi, gözlerini gökyüzüne kaldırıp cevap verdi:

— “Kalbim her atışta İsli, İsli diyor.”

O anda zaman durdu sanki.
Göl sessizdi, rüzgâr hafifti, ve dünya onların etrafında dönüyordu sadece.
Artık ikisi de çok mutluydu.

Bu mutluluk bir yıla yakın sürdü.
Ama her güzel günün ardında gizli bir gölge vardır ya...
Ufukta karanlıklar beliriyordu.
Ve o karanlık, yalnız onların değil,
tüm şehrin — hatta başka şehirlerin de üzerine çökecekti.

Veba hastalığı.
Ama bu, sıradan bir veba değildi…
Kokusu bile sahteydi.
Zira bu kez ölüm, Kanlı Fanus’un oyunlarıyla karışmıştı.


Kanlı Fanusun Gölgesi — Tabiplerin Düşüşü

Veba söylentileri yayılmadan önce, Kanlıfanus’un planı hazırdı:
Halka hastalık korkusunu sindirmek için önce şifacıları, yani gerçeğin sesini susturmalıydı.
Bu işi de Çeridoğan’ın elleriyle yapacaktı.
Akyamaç’ta dört tabip vardı; her biri bilgili, merhametli ve halkın sevgilisiydi.
Ama o kıştan itibaren kaderin dili değişti…
Ve her ay bir yıldız kayar gibi bir tabip eksildi şehirden.



Birinci Ay – Tabip Ramiz’in Sessiz Düşüşü

Ramiz, dağların eteklerinde şifalı ot ararken ayağı kaymış, uçurumun dibinde cansız bulunmuştu.
Yanında sepeti, içinde yarısı dökülmüş dağ kekiği…
Halk, “zavallı Ramiz, tek başına dağa gitmeseydi” diyerek üzüldü.
Kimse bunun bir başlangıç olduğunu fark etmedi.


İkinci Ay – Harun’un Evinin Çöküşü

Bir ay sonra sabah ezanıyla birlikte şehir sarsıldı.
Tabip Harun’un evi yerle bir olmuştu.
Duvar taşları sanki içten patlamış gibiydi.
Komşular sabah kapılarını çaldığında cevap alamadı,
içeri girdiklerinde Harun ve eşi toprağın altında kalmıştı.
Halk, “toprak doymak ister” dedi.
Ama o toprak doymak değil, susturmak istiyordu.



Üçüncü Ay – Selim’in Dönmeyen Yolu

Selim, şifalı ot temin etmek için kuzeydeki Pürdağ’a gitmişti.
Yanında küçük bir kervan vardı.
Gidiş vardı ama dönüş yoktu.
Ne kendisi ne de eşyaları bulundu.
Bir süre sonra söylentiler yayıldı: “Belki de yaban hayvanları saldırdı.”
Ama bilenler sustu, duyanlar unuttu.
Üçüncü ay da böyle geçti, bir eksikle.


Dördüncü Ay – Murat’ın Sessiz Ölümü

Son tabip Murat, bir gece ansızın fenalaştı.
Sabaha kadar ateşler içinde yandı.
Hiçbir ilaç fayda etmedi.
Ertesi gün defin edildi, kimse nedenini sormadı.
Ve şehir artık dört tabibinden de yoksundu.


Artık şehrin şifalı elleri yoktu.
Herkes tabiplerin ölümü üzerine konuşuyordu; kimileri kader, kimileri ecel diyordu.
Ama Feyzar susamıyordu.

Bir anda kalabalığın ortasında patladı:
“Siz aklınızı mı yitirdiniz!” diye bağırdı, sesi meydanı inletti.

Birileri şaşkınlıkla dönüp baktı:
“Ne oldu sana Feyzar, ne bu hâlin?”

Feyzar dişlerini sıkarak konuştu:
“Tabiplerin sırayla ölümü sizce doğal mı?”

Halktan biri hemen karşılık verdi:
“Yoksa kaderden mi şüphe ediyorsun, Feyzar? Sen de mi inanmaz oldun?”

Feyzar’ın gözleri ateş gibi parladı:
“Kadere inanıyorum… ama nifaka inanmıyorum!”

Bir uğultu yayıldı kalabalığın arasında.
Biri öne çıktı: “O da ne demek şimdi?”
Bir diğeri elini salladı: “Tabipleri kim kastedebilir ki? Sen meczup olmuşsun Feyzar!”

Feyzar bir an sustu, sonra alçak sesle mırıldandı:
“Kalpler kör olmuşsa, gözler neye yarar…”

Ve kimseye bakmadan, ağır adımlarla kendi dükkânına doğru yürüdü.
Arkasından fısıldaşmalar, alaycı kahkahalar, korkuyla karışık meraklar kaldı.

Az sonra tellalların zilleri çalmaya başladı:
“Ey ahali! Ey ahali! Kralımız sizi meydana çağırır!”

Şehir bir kez daha toplanır.
Halk yorgun, suskun, umutla korku arasında bekler.

Kral, ağır adımlarla kürsüye çıkar, yüzü solgundur.
Derin bir nefes alır ve gür sesi yankılanır:

> “Ey halkım! Tabiplerimizin ölümü hepimizi derinden üzmüştür.
Fakat içiniz rahat olsun… Size dışarıdan en iyi tabipleri getirmek boynumun borcudur.”



Kalabalıktan birkaç kişi alkışlar, kimileri başını eğer.
Ama Feyzar sessizce kalabalığın arasında durur.


Sinsi Planın Tamamlanışı

Sinsi plan artık tamamdı; Kanlıfanus’un tabipleri tek tek Akyamaç’a doluşmaya başladı.
Gelenler bilge yüzlü, elleri tertemizdi; halk onları bir umut gibi karşıladı.
Günlerden birinde sahte bir ulak geldi; Çunga şehrinde veba kasıp kavurduğu haberiyle.
Korku kalplere düştü; dudağa ilk titreme yerleşti.

Yeni tabiplerden İzyad işe koyuldu.
Sessiz, ölçülü adımlarla su kuyularına yakın bir köşe seçti; geceleyin karanlık bir çuvala elindeki iksiri döktü.
O iksir gerçekte öldürücü değildi — fakat taktika buydu: suyu içenlerin vücudunda geçici, ürkütücü sivilceler belirecekti.
Gözle görülür, dokunulur ama ölümcül olmayan bir işaret… halkın zihnini kaplayacak bir korku nişanesi.

Birkaç gün sonra ikinci bir ulak daha geldi; yüzü gölgeli, sözü kesikti.
“Veba belirtileri… vücutta sivilceler,” dedi; herkes birbirine baktı, fısıltılar yükseldi.
İşte tam da aranan etki doğdu: korku, yayılmaya başladı; insanlar ellerini yıkamaya, kapılarına kilit vurmaya başladılar.

Planın amacına uygundu: insanları ürküt, sonra şifâyı parayla sat.
Çünkü Kanlıfanus daha fazlasını göze alamazdı — gerçek veba tehlikesi kendi saflarını da yıpratırdı.
Bu yumuşak, korkutucu tiyatro onlara yeterliydi: hem insanları köşeye sıkıştıracak, hem de keselerini hafifletecekti.

Akyamaç, bilinçli bir uykuya daha yakınlaşıyordu — gözler kapalı, eller açılmıştı; fakat bazı gönüller hâlâ uyanık kaldı.
Aradan iki üç gün geçti.
Sabahın ilk ışıkları sokaklara düşerken, insanlar aynaların önüne akın etti.
Kimisi yüzünü kaşıdı, kimisi kolunu; bazı bedenlerde küçük sivilceler belirmişti.
Şehir önce uyanmış, sonra hafif bir çığlıkla irkilmişti.

Korku, dar sokakları hızla sardı.
İlk anlarda merak vardı; sonra telaş; en sonunda da panik.
Sivilceleri görenler, soluğu yeni tabiplerin kapısında aldı.
Tabiplerin yüzleri örtülüydü; gözlerinden yalnızca ciddiyet okunuyordu.
“Fazla yaklaşmayın birbirinize,” diyor, “izolasyon lâzım,” diye sesleniyorlardı.

İşte o anda Akyamaç, Kanlıfanus’un kanlı ellerine düştü.
Çünkü korku gölgesinde insanlar kimi kimseye daha kolay teslim oldu.

Tabipler, ilaç niyetiyle hazırladıkları şişeleri dağıtmaya başladılar.
Bazılarına berrak su karışımı verildi; buna “ilaç” dediler.
Bazılarına ise reçetesiz, gizli formüller sundular — o şişelerin içinde gerçekten tehlikeli bileşenler vardı; fakat görünüşte basit bir merhem ya da şurup gibiydiler.

Planın ince noktası buradaydı: herkes ölmemeliydi.
Bir kısmı kurtulacak, şifaya kavuşacak gibi görünecek; böylece oyun sürmeye devam edecekti.
Bazılarıysa—ne yazık ki—zehrin etkisini taşıyacak, düşecek, halk daha çok korkacak, parasıyla çaresizliği satın alacaktı.

Artık ölümler başlamıştı.
 yakılan ağıtlar göğe yükseliyor; evlerin pencerelerinden kara bulutlar gibi yayılıyordu.
Nadir de olsa bazıları kurtuluyordu, ama ölümler çoktu ve şehir karanlığa gömülmüştü.

Feyzar’ın en yakın dostu İyad da vücudunda sivilceler belirmişti.
Feyzar, tabiplere gitmesine müsaade etmedi.

“Ey dostum,” dedi İyad, “ölmemi mi istiyorsun?”

Feyzar, gözlerinde hem endişe hem kararlılıkla cevap verdi:
“Bilakis, yaşamanı istiyorum.”

İyad şaşkındı:
“Nasıl oluyor bu?”

“Etrafında dönen oyunları görmüyor musun?” diye fısıldadı Feyzar.

“Feyzar… bırak beni tabiplere gideyim, sende benden uzaklaş, bulaşmasın,” dedi İyad.

Feyzar, İyad’a dokundu ve onu sımsıkı sarıldı:
“Anlamadın mı? Bu bir oyun… hem tabiplerin hem de tepede olanların oyunu.”

İyad biraz durdu, gözleri karışık bir şüpheyle bakarken:
“Yani bu… bir oyun mu?”

“Tabii ki,” dedi Feyzar, tebessüm ederek güven verdi.

İyad yavaş yavaş sakinleşti, ama içindeki endişe kaybolmuyordu; bekleyiş hâlâ ağır bir gölge gibiydi.
Feyzar ise başından ayrılmıyor, sürekli tebessümüyle ona güven veriyordu.

Sabah olduğunda, mucize gibi, İyad’ın vücudundaki sivilceler iyileşmişti.
Feyzar ise hiçbir şekilde etkilenmemişti.

Artık Feyzarı anlayan bir kişi dava var.

Feyzar, dostu İyad’la ilgilenirken bir şeyi unutmuştu: İslinur…
Hemen aklına geldi ve fırladı dışarı.
Koşar adımlarla İslinur’un evinin önünden geçti; kapılar kapalıydı ve endişesi arttı.

Bir taşın üzerine oturur oturmaz, İslinur annesiyle birlikte eve doğru geliyordu.
Annesi Fatma Bacı, Feyzar’ı görünce tatlı ama yorgun bir sesle seslendi:
“İçeri buyur, benim vefalı komşum… evladım, içeri gel.”

Feyzar, hafifçe gülümseyerek karşılık verdi:
“Sizi merak etmiştim, Fatma Teyze.
Evladım, gördüğün gibi vebaya tutuldum… elden ne gelir ki.”

Bir müddet sessizlik oldu. Feyzar, müsade alıp şifa dilekleriyle kalktı.
İslinur, onu kapıya kadar uğratma bahanesiyle peşinden geldi.

Tam Feyzar çıkacakken, İslinur kolundan tuttu ve hafifçe dedi:
“Bana bir şey diyecek gibisin, ey gözümün nuru.”

Feyzar başını salladı: “Evet.”

“Umarım tabibe gitmediniz?” diye sordu İslinur.
“Gittik,” dedi Feyzar.

“Umarım ilaç almadınız?”
“Evet aldık… ve annem içti,” diye yanıtladı İslinur.

Feyzar hafifçe döndü, sessizce mırıldandı:
“Yetişemedim…”

İslinur annesinin duymasını istemiş gibi kısık bir sesle, “Feyzar… dur,” desede, Feyzar sessizce çıkıp uzaklaştı.
Feyzar dışarı çıkmıştı ama kalbi hâlâ İslinur’daydı.
Evine varmadan tekrar geri döndü, kapısına geldi, sonra yeniden evine dönüp ne yapacağını bilemedi.
En sonunda dayanamayarak evine gidip sabahı bekledi.

Sabah olduğunda, İslinur’un evine gitti.
Bu sefer İslinur avluda oturuyordu; annesi görmesin diye gizli bir köşede ağlıyordu.
Feyzar avluya girdiği gibi İslinur boynuna sarıldı. Bu sarılma bir müddet devam etti.

İslinur sonunda:
“Annem… nasıl olacak Feyzarım?” diye fısıldadı.
Feyzar sessizce sordu:
“Şu an durumu nasıl?”
İslinur yanıtladı:
“Gittikçe kötüleşiyor…”

Feyzar içeri girdi ve içten olmasa da hafif bir tebessümle sordu:
“Fatma Teyze, nasılsınız? Bir isteğiniz var mı?”

Fatma Bacı bir müddet sessiz kaldı, sonra yavaşça dedi:
“Evladım, komşu komşuya emanettir.”

Feyzar, neyin ona emanet edildiğini o an anladı.
Bir müddet sonra sessizce çıktı ve evine döndü.
Ama uyku tutmuyordu.

Sabaha karşı, İslinur’un ağıt dolu çığlığını duydu.
Fatma Bacı… kanlı ellerin maktulü olmuştu.

Feyzar’ın dilinden döküldü:
“Ne feryad edersin ey nuru İsli
Feyzar bi çaredir, akkılar paslı,
Şeytanlar düğünde, Akyamaç yaslı.
Kelamı duyulmaz, Feyzar neylesin?”

Çıkıp İslinur’un kapısına gitti.
İslinur avluda ağlıyordu; kadınlar avluyu doldurmuştu elleri ve yüzleri örtülü, veba korkusuyla .

Feyzar, İslinur’a yaklaşamadı, onu teselli edemedi.

Günler geçti, taziye ve yas bitip sessizlik çöktü.
Feyzar göl kenarında beklerken, İslinur geldi.
Sessizce Feyzar’a sarıldı ve saatlerce ağladı.

“Feyzarım, neden böyle oldu?” diye haykırdı,
“Neden yalnız kaldım, söyle Feyzarım?”

Feyzar, nazikçe İslinur’un saçını okşadı ve teselli etmeye çalıştı:
“Ecele çare yoktur, selvi boylum…”

Bu veba çalkantısında, insanlar can havlindeyken Yesr şehri önce iç savaşla, sonra istilayla düşer.
Feyzar’ı anlayanlar az da olsa çoğalmıştı, ama şeytanın ağı şehrin dört bir yanını sardı.

Ve hâlâ, Çeridoğan’ı halis sananlar çoğunluktaydı.
Artık hürriyet mümkün müydü?
Belki, ama bedeli çok ağır olacaktı.

Feyzar, bu sıkıntıdan sonra seyahat etmeye karar verdi ve İslinur’dan müsaade istedi.

İslinur, yumuşak bir sesle:
“Çık Feyzarım, seyahat et, sıhhat bul,” dedi.

Ertesi sabah Feyzar kalktı ve İslinur’a uzun bir sarılmadan sonra yola revan oldu.
Seyahati dört ay sürdü ve artık dönüş yolundaydı.

Nihayet şehre vardı, ama İslinur’u görmeden eve gitmedi.
Yolunu İslinur’un sokağından geçirdi, gözleri kapıdaydı; heyecanlıydı.

Tam o sırada başı kara sularla doldu: kapıda örümcek ağı vardı.
Demek ki ev terkedilmişti.

Eve girdi ama ne dinlenebildi ne de uyuyabildi.
Sabah oldu, dükkanını açtı ve bekledi; ama İslinur’un dükkanını başka bir kız açmıştı.
Kız, Feyzar’ı tanıyor, ama o kızı tanımıyordu.

“Feyzar usta, duydum ki seyahatteymişsiniz,” dedi kız.
Feyzar: “Evet,” der, “ama seni tanıyamadım.”
Kız: “Ben keçecinin kızıyım.”

Feyzar sorar: “İslinur nerede?”
Kız, sessiz bir hüzünle:
“Feyzar usta, senden sonra çok şey değişti. İslinur Borludağ şehrindeki abileriyle gitti. Dükkanı bize sattılar, onuda alıp gittiler.”

Feyzar dondu; bu donma uzun sürdü.
Kız “Feyzar usta” desede onu duymuyordu.
Bir müddet sonra toparlandı ve sordu:
“Ne zaman gittiler?”

Kız: “Sen seyahate çıktıktan kısa bir süre sonra.”
Ve elini uzattı:
“Al bunlar senin, İslinur bıraktı.”

Feyzar elini uzatıp aldı: bir mendil, bir şal ve İslinur’un gerdanlığı.
Feyzar tutup kokladı bir müddet, gözleri hüzün ve özlemle doldu.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı.
Akyamaç ve kardeş şehirler, her şeylerini kaybetmişti.
Feyzar ise… İslinur’unu.

Ama insan bazen, her şeyini yitirince uyanır.
Belki de hakikatin sesi, kaybın sessizliğinde yankılanır.

Artık insanlar korkusuzca haykırıyorlardı gerçekleri.
Zaman ilerledikçe, Feyzar gibi düşünenler çoğaldı.
Ve “kanlı fanusun” ağı, ağır bedellerle de olsa çözülmeye başladı.

Derken bir sabah, Feyzar dükkanını açtığında
komşu dükkanda İslinur’u gördü.
Gözleri Feyzar’ı bekliyordu.

Bir an… Feyzar düşündü:
“Rüya mı bu, gerçek mi?”

İslinur koşup boynuna sarıldı;
ikisi de mutluluktan uçuyordu.
Sessizliklerinde bile kalplerin sesi duyuluyordu.

Bir müddet sonra Feyzar sordu:
“Nasıl oldu bu, İslinur’um?”

İslinur anlattı:

> “Abilerim geldi, dükkanı satmak istediler. Ben karşı çıktım, ama ısrar ettiler.
O zaman keçeci amcama gittim. Altınlarımı verdim,
ve dedim ki:
‘Ben dönene kadar dükkan sana emanet,
ama kimse bilmesin benim olduğunu.’
Keçeci amca tebessüm etti:
‘Tabi kızım,’ dedi, ‘sen bizim evladımızsın.’
Böylece dükkanı aldı, kimseye bir şey söylemedi.
Ben de zamanı bekledim…”

Feyzar merakla sordu:
“Peki, nasıl döndün İslinur’um?”

İslinur gözlerini uzaklara dikip anlatmaya başladı:

> “Bir akşam, bir köşede oturuyordum. İçimde derin bir sızı, bir yalnızlık vardı.
Ağabeyim geldi, yüzüme baktı ve sordu:
— Neyin var bacım, neden böyle dalgınsın?

Ben de dedim ki:
— Annemi hayattayken komşu bilmediniz, öldüğünde de mezarını ziyaretsiz bıraktınız.

Ağabeyim bir şey demedi, dönüp gitti.
Ben de içimden dedim ki, ‘işte yine sessizlik, yine uzaklık…’


Sabah olduğunda dışarı çıktım.
Bir baktım, yükler hazırlanmış, eşyalar bağlanmış,
ve ağabeyim başlarında durmuş.

> — Ne oluyor ağabeyim, dedim.

Ağabeyim gülümsedi, gözleri dolmuştu.
— Yürü bacım, ana diyarına, dedi.

Ve işte böyle geldik, Feyzar’ım.
Yol boyunca içimde bir his vardı:
‘Bir şey tamamlanacak… bir şey eksiksiz olacak.’”


İslinur’un sesi titredi, gözlerinden yaş süzüldü.
Feyzar elini uzattı, avuç içiyle o yaşı sildi.
Ve ikisi de biliyordu artık:
Fanusun ötesine geçmenin bedeli ödenmişti.



Ve artık mutluluklar, yavaş yavaş Akyamaç’a dönmeye başlamıştı.
Kuşlar yeniden ötmeye, pazar yerinde çocuk sesleri duyulmaya başladı.
Sular berrak, gök açık, gönüller umutla doluydu.
Feyzar ve İslinur, yaşanan onca felaketten sonra, birbirlerinin gözlerinde yeniden hayat buldular.

Lakin tarih, sadece iyilerin değil; kötülüklerin de unutulmadığı bir aynadır.
Kanlı Fanusun gölgesi hâlâ uzak diyarların üstünde dolanıyordu.
Ama artık halk uyanmış, hak ile batılı ayırmayı öğrenmişti.
Çünkü bir kez uyanan göz, bir daha uyumazdı.

Derken...
Şehrin meydanında bir bilge belirdi — kimine göre bir derviş, kimine göre yıllardır kayıp sanılan Feyzar’dı.
Yüksekçe bir taşın üstüne çıktı, rüzgâr saçlarını savuruyordu.
Ve sesi tüm Akyamaç’a yayıldı:

> “Ey halkım!
Gördünüz ki korkunun hükmü, yalnızca kalbe girdiği zamandır.
Ve biliniz ki siz korkunuzu yendiniz.

Artık hiçbir tabip sizi kandıramaz, hiçbir sahte ulak sizi sürükleyemez.
Çünkü hakikati gören bir millet, en güçlü ordudur.

Kanlı Fanus yıkıldı, lakin unutmayın — kötülük her çağda yeni suretlerle gelir.
Onu tanımak için kılıç gerekmez,
Sadece açık bir kalp, berrak bir akıl ve direnen bir ruh yeter.”



Bilge sustu, şehir sessizliğe büründü.
Bir an sonra minarelerden ezan, meydanlardan şükür duaları yükseldi.
Ve o gün, Akyamaç halkı hem vebadan hem korkudan kurtuldu.

Feyzar gökyüzüne baktı ve mırıldandı:

> “Artık fanus kırıldı, ışık saçıldı.

Her karanlık kendi nurunu doğurur.”



Ve o söz, rüzgârla birlikte dağlara, ovalara, yeni doğacak nesillere taşındı.






En yeni gönderi

Teşekkürler
EmoticonEmoticon