19 Eylül 2025 Cuma

Türkiye’nin Eskiden Deniz ve Göl Olan Yerleri

Daha önce deniz olan karalar


Dünya tarihi aslında suların destanıdır. Denizler gelir, karaları yutar; sonra çekilir, ardında bereketli ovalar bırakır. Anadolu coğrafyası da işte bu gelgitlerin, bu büyük dönüşümlerin izlerini taşır. Bugün yürüdüğümüz toprakların çoğu, bir zamanlar balıkların yüzdüğü, dalgaların çarptığı su altı dünyalarıydı. İşte Türkiye’nin “denizden kara”ya dönüşmüş saklı geçmişi…

1. İç Anadolu: Bozkırın Altındaki Deniz

  • Konya Ovası: Bugün göz alabildiğine uzanan bozkır, milyonlarca yıl önce dev bir iç denizdi. Tuz Gölü, o büyük su kütlesinin solgun bir hatırası gibi ayakta.
  • Harran Ovası (Şanlıurfa): Fırat’ın kollarıyla beslenen göl sistemi zamanla kurudu. Bugün çölü andıran bu ova, geçmişte tatlı su canlılarının mekânıydı.
  • Niğde – Aksaray çevresi: Fosiller, burada geniş göllerin varlığını açıkça gösteriyor.

2. Güneydoğu Anadolu: Deniz Kabuğundan Dağa

  • Mardin Platosu: Bir zamanlar sığ bir denizle kaplıydı. Bugün kalker kayalarda istiridye ve mercan fosilleri saklı.
  • Suruç Ovası: Kurumuş göl tortullarıyla bilinir. Tarım yapılan toprak aslında eski bir göl yatağıdır.

3. Doğu Anadolu: Kaybolan Göllerin Yurdu

  • Muş Ovası: Eski bir göl tabanı. Yağışlı yıllarda ova yeniden göletlere dönüşür.
  • Erzurum – Kars Platosu: Volkanik dağların ardında zamanla kuruyan göllerin izleri görülür.
  • Van Gölü’nün atası: Paleo-Van, bugünkünden çok daha genişti. Su zamanla çekildi, dev göl küçüldü.

4. Akdeniz Bölgesi: Amik Gölü’nün Sessizliği

  • Hatay – Amik Ovası: 20. yüzyıla kadar Türkiye’nin en büyük göllerinden biriydi. Kurutuldu, geriye sadece kuşların göç yollarında kaybolan bir mola noktası kaldı.
  • Osmaniye: Torosların kalkerlerinde deniz fosilleri. Burada yürürken ayağınızın altı aslında eski deniz tabanı.
  • Burdur – Göller Yöresi: Kuruyan birçok göl, insan müdahalesiyle yok olan bir ekosistemin acı hatırası.

5. Marmara Bölgesi: Fosil Dolu Tepeler

  • İstanbul’un tepeleri: Şehrin yükseklerinde bile deniz kabuğu bulmak mümkün. Çünkü buralar milyonlarca yıl önce denizin dibiydi.
  • Marmara Adaları: Tamamen deniz tortullarından oluştu. Her kaya, eski bir deniz canlısının mezarı.
  • Manyas Ovası: Kuş cennetinin olduğu yerde eskiden göl çok daha genişti.

6. Ege Bölgesi: Körfezden Ovaya

  • Gediz ve Büyük Menderes ovaları: Bir zamanlar deniz körfezleri olan bu alanlar, alüvyonlarla dolarak kara haline geldi.
  • Pamukkale – Denizli: Çekilmiş denizlerin geriye bıraktığı sıcak su kaynakları ve beyaz travertenler…

7. Karadeniz Bölgesi: Çekilen Dalgaların İzinde

  • Samsun Ovası (Çarşamba – Bafra): Eskiden Karadeniz’in koylarıydı, bugün tarım cenneti.
  • Orta Karadeniz kıyıları: Deniz geriledikçe sahillerin ardında dümdüz ovalar oluştu.


Gömülü Cennet

Türkiye’nin her köşesinde, bir kaya parçasının içinde saklı midye kabuğunda, bir ovanın bereketli toprağında ya da kurumuş bir göl yatağında geçmişin denizleri yaşıyor. Biz fark etmesek de, ayak bastığımız toprak aslında milyonlarca yılın dalga dalga birikmiş hikâyesi.

Bir gün Harran’da rüzgâr eserse, belki toprağın içinden bir balık fosili çıkar. Konya’da yürürken gözünün önüne bir deniz hayal edersin. O zaman anlarsın: Dünya gerçekten çok güzeldi. Biz hoyrat davrandık, ama izler hâlâ burada, bize ders olsun diye bekliyor…

11 Eylül 2025 Perşembe

Gök Yüzündeki Sahte Yıldızlar

Sahte yıldızlar


Eskiden geceleri göğe bakan insan, samanyolunu, yıldız kümelerini seyrederdi. Onlarla yön bulur, onlarla huzur bulurdu. Şimdi ise göğe bakınca parlayan şeylerin çoğu yıldız değil: uydular, yapay ışıklar, gök yüzüne yerleştirilmiş sahte parıltılar...

Bize “internet hızlanacak, dünya bağlanacak” diye sunuluyor. Oysa bu parlak maskenin ardında daha karanlık bir yüz var: gözetim ağları, savaş teknolojileri, koca bir insanlığın takip altında tutulması.

Bu sahte yıldızlar sadece gökyüzünü değil, ruhumuzu da kirletiyor. Artık göğe bakınca hakikati değil, bize gösterilmek isteneni görüyoruz.

Görünürde faydalı gibi duran her şey, aslında kontrol zincirinin yeni bir halkasıdır. Yeryüzünde olduğu gibi gökyüzü de artık bize ait değil; oraya da “sahte yıldızlar” yerleştirildi.


İnancın gölgesinde

Ataş Yusuf ve zeynep


Belhizar

Tarih 800’lü yıllar…
Sarp Dağların eteklerinde, göğe doğru yükselen minareleri ve çarşılarında yankılanan dualarıyla bir şehir vardı: Belhizar.

Bu şehir yalnızca taş ve topraktan değil, imanın harcıyla inşa edilmişti. İnsanları terazide doğru, sözlerinde dürüst, işlerinde titizdi. Zengin fakiri gözetir, alim sanatkârı över, sanatkâr da ilmin yolunu açardı. Herkes birbirini bir zincirin halkaları gibi tamamlardı.

Belhizar, medreseleriyle ünlüydü. Uzak diyarlardan öğrenciler gelir, burada hem ilim hem edep öğrenirdi. Ustaların ellerinde işlenen ahşap, mermere kazınan yazılar, kalemlerin ucundan süzülen satırlar… Hepsi aynı kaynaktan beslenirdi: inançtan.

Fakat ufukta kara bulutlar toplanıyordu. İnançlarına bağlı bu şehre, kalpleri saptırmak isteyen bir topluluk göz dikmişti. Onlar, şehri kılıçla değil; sözlerle, fitneyle ve gönülleri boşaltarak ele geçirmek istiyorlardı…

nasır beyin oğlu yusuf

Belhizar’ın kalbi, hem adaletle hem de imanla atardı. Bu düzenin başında şehrin beyi Nasır Bey vardı. Nasır Bey, tecrübeli, saygı duyulan bir yöneticiydi. Fakat onun oğlu Ataş Yusuf, adalet ve ahlak hususunda babasından bile daha titizdi.

Çarşılarda bir terazinin hileyle oynatıldığını görse, anında müdahale ederdi. Bir sözde yalan, bir ticarette haksızlık duysa, susmazdı. O yüzden halk ona “adaletin kılıcı” derdi.

Yusuf’un gönlü ise dünyalık heveslerden uzaktı. Lakin bir gün, Belhizar’ın medrese avlusunda, kader onu bir bakışla sınadı.

O gün avluda, Zeynep vardı. İffetiyle bilinen, inancıyla çevresine güven veren, güzelliği kadar heybetiyle de dikkat çeken bir kadındı. Sadece yüzünün nuru değil, sözlerindeki vakar da onu bambaşka kılıyordu.

Yusuf, onunla ilk karşılaştığında ne güzelliğine kapıldı, ne de hevesine. Aksine, Zeynep’in vakarında gördüğü imanın derinliği, kalbini sarsmıştı.

Bir an için avluda rüzgar dindi, zaman yavaşladı. Yusuf’un gözleri Zeynep’te, Zeynep’in gözleri yerdeydi. O andan sonra Yusuf’un içinde hem bir aşk, hem de bir imtihan başladı.

Ve belhizar

Belhizar, yıllardır dışarıdan saldırılara göğüs germişti. Bu toprakları ele geçirmek isteyenlerin başında ise Zalım Darıtay vardı. Defalarca şehre saldırmış, ama her seferinde bu kenetlenmiş halkın karşısında hüsrana uğramıştı.

Bu kez ordusunu yeniden toplamıştı. Savaş çadırında haritalar serili, kılıçlar bilenmiş, davullar hazırlanmıştı. Ama Darıtay’ın içinde bir korku vardı:
“Ya yine başaramazsam? Bu defa kendi halkımın gözünde itibarımı kaybederim…”

Yola çıkmadan önce, uğursuz kehanetleriyle tanınan şaman Camaku’nun çadırına girdi. İçeride kesif dumanlar yükseliyor, ateşin üstünde kanlı işaretler yanıp sönüyordu. Camaku’nun yüzü dehşet verici bir gölgeyle kararmıştı.

Darıtay, başını eğerek sordu:
— “Efendim… Yine Belhizar’a saldıracağım. Bir nasihatiniz var mı?”

Camaku, uğursuz bir kahkaha attı. Ardından gözlerini kısarak, dumanların arasından zalime döndü:
— “Yine hüsrana uğrayacaksın.”

Darıtay, şaşkınlıkla:
— “Ne yapmamı tavsiye edersiniz?”

Camaku, dumanı eliyle savurup hırıltılı bir sesle:
— “Ordunu geri çek…”

Darıtay öfkeyle ayağa fırladı:
— “Ama efendim, yıllardır bekledim! Belhizar benim olmalı!”

Camaku’nun sesi gök gürültüsü gibi çınladı:
— “Onları böyle yenemezsin. Kılıçla, okla, ateşle… Asla! Çünkü onların gücü taşlarda değil, kalplerinde. Birbirlerine olan sadakatlerinde, imanlarındadır.”

Darıtay çaresizlikle sordu:
— “Ya peki… ne yapayım?”

Şamanın gözleri kıpkırmızı parladı:
— “Maneviyatlarını boz. İnançlarını sars. Kalplerine şüphe düşür. İşte o zaman en sağlam duvarları bile kendi elleriyle yıkarlar.”

Darıtay, derin bir nefes aldı, bakışları şeytani bir ışıkla parladı:
— “Anladım…”

O an Belhizar için yeni ve daha tehlikeli bir savaş başlıyordu. Artık meydanlarda değil, kalplerde.

Darıtay

Şaman Camaku’nun sözlerinden sonra Darıtay, karargâhına döndü. Çadırında büyük bir meşale yanıyor, gölgeler duvarlarda kıvrılıp duruyordu. Etrafında en güvendiği danışmanları diz çökmüştü:

Ulunike: Zenginliğiyle ve şatafatlı giyimiyle tanınan, gösteriş meraklısı bir adam.

Börte: Tüccar kafalı, her şeyin ticaretle çözüleceğine inanan kurnaz bir akıl.

Lora: Sinsi, tilki gibi bakışlarıyla bilinen, entrikada usta bir danışman.


Darıtay seslendi:
— “Belhizar’ı kılıçla alamadık. Şimdi kalplerini hedef alacağız. Söyleyin bana, hangi kapıdan girersek bu surlar yıkılır?”

Ulunike, rengârenk elbiselerini düzelterek öne çıktı:
— “Efendim, bu halk sade yaşıyor. Eğer onların giyim kuşamına el atarsak, gösterişi, ihtişamı yayarsak… bir süre sonra kendi değerlerini unutur, birbirine özenirler. Zayıflık oradan girer.”

Darıtay başını salladı. Ardından Börte söze karıştı:
— “Hayır beyim. Onların kalbi çarşıdadır. Ticaretin içine sızalım. Mallarıyla oynayalım, ihtiraslarını kabartalım. Böylece helali haramı karıştırır, birbirine düşerler. Bir şehri düşürmek için kılıç değil, para yeter.”

Tam o sırada Lora, ince sesiyle gülerek öne çıktı:
— “Beyler! Hepiniz bir şeyler söylüyorsunuz ama unuttuğunuz bir şey var.”

Darıtay kaşlarını çattı:
— “Söyle Lora. Aklında hangi tilkiler dönüyor?”

Lora gözlerini kısıp fısıldadı:
— “Din adamları… Yani bizim adamlarımız.”

Çadırda derin bir sessizlik oldu. Alevler çıtırdadı, gölgeler titredi. Darıtay’ın yüzünde sinsice bir tebessüm belirdi.

— “Demek kalpleri yıkmanın yolu minberden geçiyor ha… O halde önce inançlarına sızacağız.”

Darıtay kaşlarını çatarak:
— Söyle bakalım Lora, bu iş ne kadar sürer?

Lora, ince uzun parmaklarınındaki yüzükleriyle oyayarak, kurnazca bir tebessümle:
— Yedi yıl... dedi.

Darıtay öfkeyle yerinden doğruldu:
— Çok! Bu kadar bekleyemem. Halkım bana sabırsız gözlerle bakıyor.

Lora, gözlerini kısıp biraz daha yaklaşarak:
— O vakit beş yıl... beş yıl beklemeyen, zafere hiç ulaşamaz, diye fısıldadı.

Bu söz, Darıtay’ın içine işledi. Sanki ruhunun en derin köşesine bir diken gibi saplandı. Birkaç nefes aldı, sonra başını salladı:
— Tamam, iş sizde.

Lora, sinsi bir gülümsemeyle meclisten ayrıldı. Gece karanlığında avuçlarındaki beyaz güvercinlere küçük tomarlar bağladı. Her tomarın içinde kısa, keskin emirler yazılıydı:

“İki yılınız var. Ya alim olarak varırsınız buraya, ya ölürsünüz.”

Güvercinler, kanat çırpıp karanlık göğe yükseldi. Birer birer İslam beldelerine doğru süzülürken Lora’nın gözleri parlıyordu. Çünkü biliyordu; düşmanı dışarıdan kuşatmak kolaydı, fakat içeriden çürütmek… işte asıl zafer oradaydı.

(Yusuf ve Zeynep’in Rüyaları)

Gece, Belhizar’ın sokaklarına sessizlik hâkimdi. Sadece medreselerin kubbelerinden yükselen ezber sesleri yankılanıyordu. O gece Yusuf da Zeynep de derin uykulara daldı, ama gönüllerine farklı rüyalar konuk oldu.

Yusuf, rüyasında şehrin üzerinde kara dumanlar gördü. Duman, dağların doruklarından yükseliyor, Belhizar’ın minarelerine, evlerine, sokaklarına çöküyordu. Ne kadar uğraşsa da eliyle dağıtamıyor, nefesiyle üflese de karartı gitmiyordu. O an kalbine bir sıkıntı saplandı: “Bu duman, yalnızca ateşin değil, imanların sönüşünün dumanı…” diye hissetti.

Zeynep ise rüyasında, elinde uzun asasıyla bir sarıklı gördü. Yüzü gölgelenmişti, simasını seçemiyordu. Sarıklı adam şehrin cadde ve sokaklarında dolaşıyor, ama yürüdüğü her yere necaset saçıyordu. İnsanlar önce onu bir âlim sanıyor, ardından kokuyu hissedince yüzlerini buruşturuyordu. O ise gülerek devam ediyor, kirlettiği yerlere bakmadan ilerliyordu. Zeynep, rüyasında gözyaşlarına boğuldu: “Bu şehir temizdi… bu sokaklar tertemizdi…”

Sabah olduğunda Yusuf ve Zeynep, farklı mekânlarda, ama aynı telaşla uyandılar. Her ikisi de rüyalarının tesirini atamadı. Birbirlerinden habersiz aynı sözü mırıldandılar:
— Belhizar üzerine kara bulutlar geliyor…

Sabahın serinliği Belhizar’ın sokaklarına çökmüştü. Çarşı henüz açılmamış, yalnızca serçelerin cıvıltısı duyuluyordu. Zeynep, ağır adımlarla yürüyerek şehrin köşesinde taş sedirin üzerinde oturan Mahmud Dede’nin yanına geldi.

Mahmud Dede, seksenini aşmış, sakalı bembeyaz, gözleri hâlâ dirayetli bir ihtiyardı. Onu gören herkes selâm durur, elini öperdi. Zeynep de edeple eğildi, elini öptü.

Mahmud Dede, onun yüzündeki solgunluğu fark etti:
— Kızım, yüzünde bir korku var. Ne oldu sana?

Zeynep, başını eğdi. Bir müddet sustu. Sonra kısık bir sesle:
— Dede… rüyam çok kötüydü… dedi.

— Anlat kızım, rüyayı saklamak bazen yük olur.

Zeynep derin bir nefes aldı, rüyasını baştan sona anlattı: Sarıklı birinin sokaklarda dolaşıp necaset saçmasını, halkın önce aldanmasını sonra şaşkınlığa uğramasını…

Mahmud Dede’nin yüzü ciddileşti, gözleri yere çevrildi. “Allah hayra çıkarsın” diye mırıldandı.

Tam o sırada karşıdan Yusuf görünüyordu. Elinde küçük hurma sepetleriyle, karşılaştığı herkese birer avuç hurma veriyordu. Çocuklara gülüyor, ihtiyarlara hürmetle eğiliyordu.

Mahmud Dede kaşlarını kaldırıp seslendi:
— Yusuf oğlum, ne yapıyorsun böyle sabah sabah?

Yusuf sepetten bir hurma alıp dedeye uzattı:
— Sadaka dağıtıyorum dede… belanın def’i için.

Mahmud Dede şaşırdı:
— Hangi bela oğlum?

Yusuf derin bir nefes aldı:
— Dede, bu gece bir rüya gördüm. Şehrin üstünde kara duman vardı. Ne kadar uğraşsam da dağıtamadım. İçim daraldı… Bu belayı ancak sadaka ve dua ile def edebiliriz, dedim.

O sırada Zeynep’in gözleri Yusuf’a çevrildi. Yusuf da Zeynep’e baktı. İkisinin de yüzünde aynı korkunun izleri vardı.

Bir anlık sessizlik oldu. Sanki Belhizar’ın taş duvarları bile bu bakışmaya şahitlik etti.

Mahmud Dede, ağır bir sesle konuştu:
— Demek ki işaret birdir. Allah size rüyada aynı haberi vermiş. Şehir üzerine kara bir imtihan geliyor, ama unutmayın: İnancın gölgesi, müminin siperidir.

İki Yıl Sonra

Kara Plan

Yusuf ve Zeynep, rüyalarında sık sık benzer işaretler gördüler. Şehrin üstüne çöken duman, sokaklara necaset saçan sahte sarıklı… Kalplerinde korku ve ihtar vardı.

Ve Lora

 “Ya âlim olarak dönersiniz, ya ölü.”
Emrini verdiği casusları 
Okumadık kitap, oturmadık âlim dizini bırakmadılar.
artık loranın huzurundalar ve göreve hazırlar

— Efendimiz, görev için hazırız.

Lora, sinsi bir tebessümle başını salladı.

Sübeday’in Girişi

Bir sabah vaktiydi… Belhizar’ın sokaklarına yeni doğan güneşin ışığı vurmuştu. Esnaf, tek tek dükkânlarını açıyordu.

Kimi elinde süpürge, dükkânının önünü temizliyordu.
Kimi raflarını düzeltiyor, terazisini parlatıyordu.
Kimisi sepetlere doldurduğu tavukları satmaya çıkarıyor, kimisi taze yumurtaları diziyor, kimisi yoğurt küplerini hazırlıyordu.

Çarşı yavaş yavaş canlanıyor, pazar yerine bereketli bir koku yayılıyordu.

Tam o sırada, çarşının ucundan bir adam belirdi. Heybetliydi. Gözleri ağırbaşlı, yüzünde yapmacık bir tevazu parlıyordu. Ağzı sürekli zikirdedir:
— Maşallah… maşallah… Ne güzel bir şehir! Ne temiz insanlar! Sizleri görmek, sizlere hizmet etmek ne büyük nimet…

Esnaf, şaşkın gözlerle onu izledi. Bazısı selâm verdi, bazısı içinden “ne edepli, ne imanlı biri” diye geçirdi.

Ama kimse bilmezdi ki o adam, Lora’nın casuslarından biriydi.

Gerçek adı başka diyarlarda bilinse de, Belhizar’a “Mulla Kamil” takma adıyla girmişti. Casusların içinde en kurnazıydı. 

Mulla Kamil’in Gölgeleri

Mulla Kamil, Belhizar’a yerleşti. İlk günlerden itibaren çarşının en işlek sokaklarında görünür oldu.
Kimi zaman esnafa meşrubat dağıtır,
kimi zaman gelene geçene ikramda bulunur,
çocuklara hurma dağıtır, omuzlarını okşar, dualar ederdi.

Konuşurken gözlerini kısar, ellerini göğe açar, sürekli “Dinimiz böyle emreder” derdi. En ufak bir meselede bile sertleşir, “Olmaz! Dinimiz bunu kabul etmez!” diye sesini yükseltirdi. Halk, onun bu tavizsiz hâline hayran kaldı. “Ne imanlı, ne dindar adam!” diye onu över, meclislerde ismini anar oldu.

Fakat herkes aynı kanaatte değildi.

Ataş Yusuf, Mulla Kamil’in yüzüne dikkatle bakar, gözlerinin kenarındaki sert hatları, burnunun kemikli yapısını ince ince süzerdi. “Bu sima, bana Darıtay’ın halkından kimseleri hatırlatıyor…” diye içinden geçirirdi.

Zeynep ise kulak kesilirdi. Onun konuşmalarındaki hafif bir lehçe farkını yakalamıştı. Belhizar halkının dilinde olmayan, ama çok ince bir tınıyla beliren bir ses kayması… Kimse fark etmezdi, ama Zeynep’in gönlüne düşen şüphe her geçen gün artıyordu.

Halk, Mulla Kamil’e hayranlıkla yaklaşırken Yusuf ve Zeynep’in kalbinde yavaş yavaş şu düşünce büyümeye başladı:
— Bu adam göründüğü gibi değil.

Fetnenin ateşlenmesi

Bir gün, çarşının en kalabalık vakitlerinde Mulla Kamil’in eşi ve kızları meydana çıktılar. Elbiseleri halkın giysisine benziyordu ama ince bir süs, çok hafif bir darlık vardı üzerinde. Kadınlar, satıcılar ve genç kızlar arasında fısıltılar dolaşmaya başladı:

— Bunlar kim ola?
— Nereden gelmişler?
— Bu kadar süslü giyinen bizim köyden değil...

Nihayet biri cesaret edip sordu, “Siz kimin ailesisiniz?” diye. Kadınlar, tebessüm ederek cevap verdiler:

— Biz, Mulla Kamil’in ailesiyiz.

Kalabalık arasında sessizlik oldu, fakat gözlerde merak ve imtihanın kıvılcımı parladı. Derken, içlerinden biri, kibarca sordu giysiniz değişik, nerenin giysisi .

Bu giysilermi, bunlar bize şeyh nur' un ailesinden hediye edildi diye cevap verdiler.

— Evet, Şeyh Nur’un ailesi... onlar bizi unutmadılar, biz de onları unutmuyoruz, dediler.

O an Mulla Kamil’in planladığı kıvılcım çarşıya düştü. Şeyh Nur, uzak diyarlarda olsa da adı namus ve takva ile anılırdı. Mulla Kamil, o kutlu ismi ağzına alarak, sinsi bir tebessümle:


Ve böylece, halkın zihnine şüphe düştü. Fitnenin ateşi, en güvenilir ismin gölgesinde yanmaya başlamıştı.

Halk arasında fısıltılar bir ateş gibi yayılıyordu. Kimisi “Şeyh Nur’un ailesi bu hediyeyi vermişse bunda hikmet vardır” diyordu; kimisi ise “Olmaz, bu bize uygun değil” diye karşı çıkıyordu. Çarşının kalabalığında sesler yükseldi, tartışmalar kızıştı.

Tam bu sırada, Belhizar kapısından yeni bir kervan girdi. Yükünde sıradan kumaşlar, tüccar kisvesi, dilinde dua vardı. Bu, Lora’nın ikinci casusuydu: Seyfeddin takma adıyla dolaşan fitne ehli.

Tesadüfmiş gibi, çarşıda bir köşe döndü ve Mulla Kamil ile ailesine rastladı. Kalabalığın gözleri önünde, birden sevinçle sarıldılar:

— Ey Kamil kardeşim, dedi tüccar Seyfeddin, seni burada görmek büyük bir nimet!
— Ya Seyfeddin, dedi Mulla Kamil, sen buraya nereden geldin?

Halk şaşkınlıkla bakarken, tüccar Seyfeddin’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Omuzları titredi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Mulla Kamil merakla sordu:
— Nedir bu hal, neden ağlıyorsun ey Seyfeddin kardeşim?

Seyfeddin elleriyle Mulla Kamil’in ailesini işaret etti:
— Şu bacılarımın üzerindeki elbiseyi gördüm de… birden Şeyhim, Şeyh Nur’u hatırladım. O mübareğin emanetleri gözümün önüne geldi.

Kalabalıktan bir uğultu koptu. Kimileri hayranlıkla başını salladı, kimileri “Demek ki doğruymuş” dedi. Fitne artık şüphe olmaktan çıkmış, kalplere taş gibi yerleşmişti.


Kadınlar arasında merak ve heves büyüdü. Her biri Mulla Kamil’in ailesinin giydiği elbiselerden ister oldu. “Biz de o kumaştan istiyoruz, bize de getir” diyerek tüccar Seyfeddin’in etrafını sardılar.

Seyfeddin önce geri durdu, başını öne eğip mahcup bir tavırla:
— Ah bacılarım, dedi, ben sizlere hepsinden getirmek isterim. Ama bilirsiniz, ben sadece kumaş satarım, bu elbiseler bende hazır bulunmaz.

Kadınların ısrarı arttıkça tüccarın sesi yumuşadı. Bir an sustu, ardından gözlerini kapayıp derin bir iç çekti:
— Peki… madem ısrar ediyorsunuz, bu da şeyhimin kokusunu tüm diyara yaymak demektir. O halde kabul ediyorum!

Kalabalığın içinde bir sevinç dalgası yayıldı. Kadınların gözleri parladı, dillerinde dualar, kalplerinde hevesler vardı.

Ve o haber, güvercinlerle çok uzaklara, Lora’ya ulaştı.

Lora mektubu açıp satırları okurken dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Başını kaldırdı, gözleri parladı:
— İşte, dedi, fitne meyvesini vermeye başladı.

Hemen terzilere emir gönderdi:
— Elbiseler hazırlanacak! Daha süslü, daha göz alıcı… ve evvelkinden biraz daha dar olacak!

O an çadırın içini kahkahası doldurdu. Lora’nın gözünde bu artık bir ticaret değil, bir hançerdi. Halkın içine atılan bir hançer…

Ataş Yusuf, fitnenin çarşı çarşı yayıldığını gördükçe yüreği kor gibi yanıyordu. Elini sıkı sıkıya tuttuğu kılıcının kabzasına götürdü. Bir anlık öfkeyle Mulla Kamil’in de, tüccar Seyfeddin’in de başını uçurmak istedi.

Ama kalabalığa baktığında durdu. Halkın gözü önünde bunu yaparsa, fitnenin ateşi büsbütün büyüyecekti. “Zalimin başını almak kolaydır,” diye düşündü, “asıl zor olan halkın gönlündeki zehri sökmektir.”

Bunun üzerine Belhizar’ın büyük medresesindeki tüm âlimleri topladı. Medrese avlusunda toplananların yüzleri gergindi. Yusuf, ayağa kalktı ve sesini yükseltti:

— Ey âlimler! Bu şehre fitne girdi. İmanımızı, iffetimizi, ailemizi hedef aldılar. Sizden fetva isterim: bu ikiyüzlüleri susturalım mı, yoksa daha fazla mı bekleyelim?

Avluda uğultular başladı. Bazı âlimler yumruklarını sıktı, yüzleri kıpkırmızı oldu. Onlar Yusuf gibi ateşten bir hiddetle doluydu. İçlerinden biri yüksek sesle bağırdı:

— Bu sahtekârların kanı vaciptir! Daha neyi bekliyoruz?

Ama öte yandan, bazı âlimler suskunlukla başlarını eğdiler. İçlerinden biri, ağır adımlarla öne çıktı, sakalını sıvazladı ve yumuşak bir sesle konuştu:

— Yusuf oğlum… Biz şeyhten daha iyi bilemeyiz. Onun adı göklerde duyulmuş, himmeti diyar diyar yayılmıştır. Belki de bunlar onun işaretidir.

Kalabalık bir an sessizleşti. Yusuf’un gözleri parladı, öfke damarlarına yürüdü. Yumruğunu havaya kaldırıp haykırdı:

— Sizler de mi teslim oldunuz cehalete? Hak ile bâtılı ayıramayan âlim, âlim değildir!

Avluda sözler gök gürültüsü gibi çarpışıyordu. Bir yanda Yusuf’un öfkesi, bir yanda cehalete teslim olmuşların suskunluğu…

Fitne artık yalnızca sokaklarda değil, âlimlerin kalbinde de çatlak açmıştı.


Artık Belhizar’ın kalplerinde tefrika büyümüş, dost ile düşman arasındaki çizgi bulanıklaşmıştı.
Tüccar Seyfeddin, her defasında şehre yeni yükler getiriyordu. Her yük, biraz daha süslü, biraz daha dar, biraz daha kışkırtıcıydı. Ve gün geldi ki Belhizar’ın sokaklarında dolaşanlar, kendi şehrinde değil de başka bir diyara adım atmış gibi hissettiler. Çarşıdaki giyim, kadınların sohbetleri, gençlerin bakışları… Her şey değişmişti.

Ama taviz vermeyen, dik duran kadınlar da vardı. Onların başında ise Maral Zeynep bulunuyordu.
O, iffetiyle ve kararlılığıyla adeta şehrin kalbine çakılmış bir kazık gibiydi.

Kadınlar arasında bir araya geldiğinde yüksek sesle konuştu:
— Ey bacılar! Şunu iyi bilin ki bir elbise, yalnızca bedenimizi örtmez; imanımızı da ya korur ya da açığa çıkarır. Bu kumaşlar, imanımızı soymak için dokunmuştur!

Kimi kadınlar başlarını öne eğdi, utanarak geri çekildi. Ama kimileri, nefsin hoşuna giden süslere kapılmıştı.
— Zeynep, sen çok abartıyorsun, dediler.
— Hayır! Abartan ben değilim, dedi Zeynep. Abartan şeytanın kendisidir.

Onun kararlı tavrı kulaktan kulağa yayıldı. Genç kızlar arasında hâlâ ona bakan, onu örnek alan bir grup vardı. Onlar sayesinde Belhizar’ın bütün kapıları henüz kapanmamış, iman kandilleri henüz sönmemişti.

Ama Lora’nın casusları da bu direnci görüp yeni bir plan kurmaya koyuldu…

Lora, Belhizar’da büyüyen fitneye rağmen hâlâ tam anlamıyla darbe vurmaya hazır olmadığını hissediyordu.
O yüzden yeniden Darıtay’ın danışmanlarını topladı.

Börte öne çıktı:
— Daha çok kutuplaştırmalıyız, dedi. Halkı ikiye ayırmak… Bir kısmı diğerine düşman kesilirse, kılıç çekmeden şehri teslim alırız.

Lora gözlerini kısarak düşündü:
— Peki ama nasıl?

O sırada Ulunike, sinsice gülümseyerek öne eğildi:
— Bir fikrim var. Ataş Yusuf’u lekelemek…

Lora, bir an kaşlarını kaldırdı:
— Yusuf mu? O şehrin gözbebeği, en temiz delikanlısı. Halk onu babasından bile çok sever. Böyle birini nasıl lekeleyeceksin?

Ulunike, dudaklarını yaladı ve kurnazca konuştu:
— Casuslarımıza emir verelim. Her gece, sanki Yusuf’un evinden çıkıyormuş gibi dolaşsınlar. Kimileri gizlice onun kapısından girip çıksın. Halk gözleriyle görsün… Ve desin ki: “Meğer Yusuf da onların adamıymış.”

Börte kıkırdadı:
— Çok sinsi… Halkın güveni bir kere kırıldı mı, ne Yusuf kalır, ne direniş.

Lora başını salladı.
— Güzel. İşte kalpleri çürütmenin yolu bu… Yusuf’u kirletirsek, Belhizar’ın direnci çöker.

Ve o gece, ilk oyun sahneye konuldu. Yusuf’un evinin etrafında gölgeler gezmeye başladı…

Plan devreye girdi ve günler geçtikçe Belhizar’ın sokaklarında artık tek bir dedikodu dolaşır oldu:
“Ataş Yusuf hainmiş…”

Önce fısıltı halinde yayıldı, sonra kahvehanelerde, medrese kapılarında, hatta kadınların tandır başındaki sohbetlerinde yankılandı.

Ve o sırada, timsah gözyaşlarıyla sahneye çıkan Mulla Kamil, her sözde merhamet ve dindarlık süsüyle içini döktü:
— Yazık… Çok yazık… Yusuf çok temiz bir insandır, ama gönlüm yanıyor! Halkımızı korumak için bunu dile getirmem gerek.

Böyle deyip gözünden yaş süzdü. O sahte gözyaşları kalpleri kandırıyor, fitneye zemin hazırlıyordu.

Artık şehirde sevgi yoktu, güven yoktu, bereket yoktu. Yağmurlar bile eskisi gibi yağmaz olmuştu.
Kadınların iffeti her geçen yıl biraz daha çözülüyor, elbiseler her defasında daha da dar, daha da gösterişli hâle geliyordu.

Ataş Yusuf’un çevresinde pek az imanlı kalmıştı. O yiğit, adeta köpük gibi yalnızca yüzeyde kalmış, koca şehir onu itip kenara çekmişti.

Ve nihayet bir gün, çarşının en kalabalık olduğu vakitte Mulla Kamil ayağa kalktı, sesi koca pazarı doldurdu:

— Ey ahali! İçim parçalansa da bunu size söylemek zorundayım. Şehrimizin huzuru için, Yusuf ve çevresindekileri Belhizar’dan uzaklaştırmalıyız. Artık burada kalmaları uygun değildir!

Kalabalık bir an sessizleşti. Sonra kimileri başlarını salladı, kimileri gözyaşı döktü, kimileri de Yusuf’a gizliden gizliye bakıp “Demek doğruymuş…” diye fısıldadı.

Yusuf’un kalbine ise dağlar devrildi.

Zeynep, çarşıda yankılanan sözleri işittiğinde bir an dünyası başına yıkıldı. Dizlerinin bağı çözülecek gibiydi. Ama derhal toparlandı, derin bir nefes aldı.

“Eğer ben de yıkılırsam, Yusuf da yok olur. O zaman Belhizar sahipsiz kalır,” diye düşündü.
Ve metin olmaya karar verdi.

Bir akşamüstü Yusuf ile karşılaştılar. Yusuf’un yüzü solmuş, gözlerinde derin bir keder vardı. Zeynep ise ona bakıp sarsılmaz bir tebessüm sundu.

Yusuf, o tebessümü görünce kalbinde bir kıpırtı hissetti. Ama başını eğdi ve hüzünle konuştu:
— Ey Belhizar’ın maralı… Keşke ben de sana tebessüm edebilseydim. Lakin takatim kalmadı.

Zeynep, gözlerini ona dikti ve sesi dağlar kadar güçlüydü:
— Üzülme ey koca Yusuf. Sen sınanmayacaksın da kim sınanacak? Üzülme ey Ataş Yusuf! Belki de Allah, ayakları sabit olanlarla olmayanları ayırmak istiyor.

Bu sözler Yusuf’un gönlüne serin bir meltem gibi esti. İçindeki karanlık dağılırken, gözleri yeniden ışıldadı. Bir an için bütün yorgunluğu hafifledi, sırtındaki yük inceldi.

Ve o an, Yusuf yeniden ayağa kalktı.

Artık Belhizar sokaklarında yeni bir uğultu vardı:
“Yusuf ya şehirden ayrılır ya da biz onu zorla çıkarırız!”

Bu sesler çığ gibi büyüyünce, Yusuf, Zeynep ve etrafındaki az sayıdaki sadık yoldaş yüklerini yüklenip Belhizar’dan ayrıldılar. Günler süren yolculuğun sonunda Gök Tepe’ye vardılar.
Ama artık orası Gök Tepe değil, onların gönlünde Sürgün Tepe idi.

Böylece Belhizar savunmasız kalmıştı. Bir kale, ruhsuz bir bedene dönmüştü.
Geriye yalnızca bir hamle kalmıştı.

Ve o hamleyi yapmak için yine meydana çıkan Mulla Kamil, kalabalığa tatlı sözlerle seslendi:
— Ey ahali! Artık şehrimiz güvenli, sade ve huzurlu. Dostlarımla konuştum; size en iyi ticaret yollarını açmak için var gücümle çalışacağım.

Halk, sözleri alkışlarla, dualarla, övgülerle karşıladı. Ortalık bayram yerine döndü.
Bilmezlerdi ki sona yaklaşılmıştı.

Mulla Kamil, sözlerine devam etti:
— Ey ahali! Size bir müjde vereyim! Birkaç gün içinde ovadaki bütün tüccarları burada olacaklar.hepsini Buraya davet ettim. Yüzlerce tüccar buraya gelecek. Yiyeceğiz, içeceğiz, büyük anlaşmalar yapacağız!

Halk, sevinç nidalarıyla ayağa kalktı. Şehir şenlik yerine döndü.
Ama kimse bilmiyordu ki o tüccarlar, gerçekte istilanın ayak sesleri idi…

Ve artık kervan ahalisi ve tüccar kılığ8nacgirmiş nökerler  Belhizar’a adım adım girmeye başladı. Önce kimse fark etmedi. Birkaç gün içinde sayıları çoğaldı.
Sonunda bir sabah, halk uyandığında her kapının önünde nöker giysili askerler belirdi. Gür seslerle bağırıyorlardı:

“Dışarı çıkmayın! Artık burası bizimdir!”

Çaresiz insanlar kapılarını zorlayıp dışarı çıkmak isteseler de iş işten geçmişti. İstila çoktan tamamlanmıştı.

Ve o anda gözler gördü ki; nökerlerin arasında alaycı gülüşleriyle Mulla Kamil, eşi ve kızları da aynı elbiseleri giymişti. Halkın yüreğine zehir gibi bir gerçek indi.

İşte o vakit anladılar;
Artık çok geçti.
Başlarına kara sular inmişti.

Darıtay, Belhizar meydanında göğsü kabarık, kibirli gülüşüyle dikiliyordu. Yanında tüccar kılığındaki Seyfeddin kıs kıs gülüyordu.
Kalabalığın üzerine eğilip kahkahalarla seslendiler:

“Şeyhlerinizin elbiseleri ne de yakışmış size! Bakın, artık sizin önderleriniz bizim nökerlerimiz oldu.”

Bu sözler Belhizar’ın taş sokaklarında yankılandı. Her kahkaha, halkın göğsüne saplanan paslı bir hançer gibiydi.
Kadınlar çocuklarını kucaklarına bastı, ihtiyarlar gözlerini yere indirdi. Erkeklerin dişleri kırılası bir öfkeyle sıkıldı ama elleri zincire vurulmuştu sanki.

Darıtay’ın sesinde zaferin çirkin şımarıklığı vardı:
“Artık Belhizar bizimdir! Ne sevginiz kaldı, ne güveniniz, ne de şerefiniz! Siz kendiniz ihanetin yolunu açtınız!”

Ve o an şehir sustu.
Sessizlik bile feryat gibi acıydı.


Artık Belhizar, zincirlerin gölgesinde yaşamaya mahkûmdu.
Her sokakta nökerlerin postalları, her kapıda işgalin nefesi vardı.
Halk, Mulla Kamil’in yaltaklanmalarını ve Darıtay’ın kahkahalarını işittikçe, içlerini kemiren pişmanlık ateşiyle kavruluyordu.
Her lokma boğazlarına diken, her bakış birbirlerine mahcubiyet oldu.
Bir zamanlar Yusuf’u taşlayan diller, şimdi utançla sustu.

Sürgüntepe’de ise farklı bir hava vardı.
Ataş Yusuf, yanında kalan az sayıdaki yiğidi ve Zeynep ile birlikte obasını kurmuştu.
Gökyüzü orada daha berrak, rüzgâr daha serin esiyordu.
Belhizar’ın tozlu dumanlı havası yerine, dağların dinginliği vardı.
Yusuf, ne zaman içini kasvet kaplasa Zeynep’in gözlerine bakar, orada sabırla yoğrulmuş bir güç bulurdu.
Onun tebessümü Yusuf’un ateşini yatıştırır, gönlünü dinginleştirirdi.

Artık Yusuf biliyordu:
Zafer kılıçla değil, sabırla kazanılacak.
Ve Belhizar’ın pişmanlığı, gün gelecek sabrın meyvesine dönüşecekti.

Yusuf’un kalbi kırıktı, kırıklarının arasına dahi sığmayan bir yük vardı:
“Belhizar, gözümün nuru şehrim… nasıl kurtulacaksın bu zincirlerden?”
Gece gündüz, Sürgüntepe’nin rüzgârları altında düşünür, bir çıkış yolu arardı.

O sırada Zeynep, ince bir derviş sabrıyla kaleme sarıldı.
Şeyh Nûr’a bir mektup yazdı.
Her satır gözyaşıyla ıslanmıştı:
“Efendim, adınız kullanılarak masum bir şehir talan edildi, halk fitneyle kandırıldı.
Şeyhimin nuru ile kirli eller iş gördü.
Bunu bilmenizi isterim.”

Mektup ellerden ellere, dağlardan vadilere ulaştı, sonunda Şeyh Nûr’un dergâhına vardı.
Şeyh Nûr satırları okudukça kalbi sarsıldı, gözleri doldu.
Adının kirli bir tuzakta alet edilmesi onu öfkelendirdi, günlerce ağladı.
Sonra ayağa kalktı, asâsını yere vurdu:

“Bizim bu işte dahlimiz yoktur!
Lakin Belhizar’ı bu zulmün pençesinden kurtarmak boynumuzun borcudur.
Askerlerim, canlarını feda etmeye hazırdır!”

Ve hemen Zeynep’e haber salındı.
“Sabredin! Bir kaç güne  nurun ordusu Belhizar’a yürüyecek.”

Mektup Şeyh Nûr’un dergâhından çıktı, günler sonra Sürgüntepe’ye ulaştı.
Zeynep elleriyle mühürü açtı, satır satır okudu, sonra kalemi yeniden aldı.
Bu kez cevabında şöyle yazdı:

“Ey Şeyhim, Belhizar artık düşmanın kalesine dönmüştür.
Oraya değil, Sürgüntepe’ye buyurun.
Burada Yusuf ve bir avuç imanlı beklemektedir.
Sürgüntepe sizin nurunuzla şereflensin!”

Haberci gece yarısı atına atladı, mektubu kanat gibi taşıdı.
Yusuf duyduğunda önce başını eğdi, sonra Zeynep’e baktı.
Gözlerinde pırıl pırıl bir gurur vardı.

“Ey Belhizar’ın maralı,
Senin ferasetin, bin kılıçtan keskin çıktı.
Ben nice defa yıkıldım,
ama senin metanetin beni her seferinde doğrulttu.”

Zeynep tebessüm etti:
“Ey Ataş Yusuf, senin takatın bizim için siper olacak,
ama bil ki sabır ve dirayet de bir kılıçtır.”

Ve böylece Sürgüntepe, bir sürgün yurdu değil, yaklaşan ordunun karargâhı olmaya hazırlanıyordu.

Sürgüntepe’de Yusuf durmaksızın planlar yapıyordu.
Gözleri ufukta bir ışık yakaladı: Belhizar halkına gizlice bir elçi göndermeliydi.

Gönderdiği casus, sokaklarda fısıltılar yaydı:
“Artık nökerlere karşı kalkışma vakti geldi. Halk ayağa kalkıyor!”

Bu haber Darıtay’ın kulağına ulaşır ulaşmaz öfkesinden ateşler fışkırdı.
Sıkı yönetim ilan edildi, halkın her hareketi denetim altına alındı.
Darıtay ayrıca destek kuvvetleri için haber gönderdi.

Tam da Yusuf’un istediği olmuştu.
“Onları kendi silahlarıyla vuracağız,” diye düşündü.

Sürgüntepe’den yola çıkıldı ve pusu kuruldu, Yusuf ve Zeynep’in planı işlemeye başladı.
Nökerler gelecek destek ordusunu beklerken, Şeyh Nûr’un ordusu sinsice arka taraftan kuşatma pozisyonuna girdi.

Ve nihayet destek kuvveti geldi.
Ama onlar henüz varamadan bertaraf edildiler. Kılık değiştirildi, ve Yusuf'un ordusu nöker  görünümüne büründüler.

Artık saldırı için her şey hazırdı.
Şehrin içinde aşıkar yürüyen nöker kıyafetli Yusuf'u ordus , düşmanlarını hiç beklemedikleri bir anda yok edecek, arka taraftan kuşatacak Şeyh Nûr’un ordusu ise şehri arkasından bastıracaktı.

Belhizar’ın kaderi artık bir an meselesiydi.

Sahte nöker kıyafeti giymiş Yusuf’un ordusu sessizce şehrin kapılarından girdi.
Halkın şaşkın bakışları arasında, adımlarını derin bir kararlılıkla attılar.

Şehrin taşlı sokaklarından geçerek, tam meydanın ortasına kadar ilerlediler.
Ve orada durdu: Mulla Kamil, yaltaklanan kahkahalarıyla meydanın ortasında dikiliyordu.

Göz göze geldiler ve

— “Tuzak bu! Yusuf!” — diye bağırdı, gözlerinde şaşkınlık ve öfke bir arada.

O anda, Yusuf kılıcını çekti.
Çevresindeki yiğitler de aynı anda kılıçlarını kuşandı.
Belhizar’ın taşları, tarihe kazınacak bir günün sessiz tanığı gibi yankılanıyordu.

Belhizar’ın gök kubbesi altında bir türkünün sesi yükseldi:

“Ey Belhizar, nurun yolunu bekle,
Karanlıkta kaybolma, ışığa yürü…”

Bu sadece bir türkünün sesi değildi;
Bu, zulme karşı direnen bir milletin, imanlı yüreklerin, adaletin ve özgürlüğün sesi oldu.

Çığlıklar yükselir yükselmez, şehrin arkasında pusuda bekleyen Nur’un ordusu diğer taraftan şehre girdi.
Nökerler şaşkın, kararsız ve darmadağın hâlde, bir bir yere yığılmaya başladılar.

Meydanda kaos tam anlamıyla patlamıştı.
Mulla Kamil ve tüccar Seyfeddin, korkunun ve panik havasının arasında Yusuf’un kılıcına nasip oldular.

Lora, dehşet içinde geriye kaçıyordu.
Ama arkasında destek ordusu yoktu; yalnız başına şehre girmiş, kibriyle dolu bir şekilde gelmişti.
Şimdi yalnız, yenilmiş ve kaçıyordu.
Kendi içinden dövünerek fısıldadı:

— “E ben nerede yanlış yaptım?”

Ve onun başıda Zeynebin kılıcına nasip olmuştu.

Belhizar’ın taşları, zafere ulaşan imanlı yüreklerin ayak sesleriyle yankılanıyordu.
Ve o anda şehir, uzun yıllar süren zulmün ardından, ilk defa gerçek özgürlüğü tadıyordu.

Ve nihayet 
Belhizar özgürlüğüne kavuştu.
Şehir meydanda toplandı; ama zaferin coşkusundan çok, mahcubiyet vardı.
Halk, yılların zulmü ve fitne ile yoğrulmuş kalplerini temizlemeye çalışıyordu.

Şeyh Nûr meydanda durdu, derin bir nefes aldı ve seslendi:

— “Söyleyin bana! Eğer ben içki içseydim, siz de içecek miydiniz?
Resûlullah’ın peşinden mi gidiyorsunuz, yoksa şeyh Nûr’un peşinden mi?”

Sözü bittikten sonra atına bindi ve sessizce meydanı terk etti, geride dersle dolu bir sessizlik bırakarak.

Sıra Ataş Yusuf’ta idi.
Atıyla halkın önüne çıktı. Bir müddet sessizce, sert bakışlarla halkı süzdü.
Sonra yüzlerine tükürdü ve Sürgüntepe’ye doğru at sürdü.

Arkasından, dağların maralı Zeynep de halkın gözlerine, sanki “Yazıklar olsun!” dercesine bakarak Yusuf’un ardından at sürdü.

Belhizar meydanı, özgürlüğün kazandığı ama dersin sert işlendiği bir sessizlikle kaldı.
Artık halk, ne ihanetin, ne kibirin, ne de boş övüncelerin tuzağına düşmeyeceğini biliyordu.


Yusuf, Sürgüntepe’nin yeni adıyla İnziva Tepesi’ne çekildi.
Kalbinde hem keder, hem de hikmet vardı.
Yanında Zeynep… Dağların maralı, sabrın ve direncin timsali.

Orada bir düğün kuruldu, toy yapıldı.
Kılıçların gölgesinde, gözyaşlarının arasından doğan bir sevinçti bu.
Mütevazı ama yüreklerin en temiz şenliğiydi.

Belhizar halkı ise günler, aylar boyunca Yusuf’un dönmesi için aracılar gönderdi.
Kimi gözyaşlarıyla, kimi tövbelerle yalvardı.
Ama Yusuf dönmedi.

Çünkü o bilirdi ki;
bir şehir önce kalbinde doğruluğu ve imanı yeniden inşa etmedikçe, taşlarıyla yeniden yükselemezdi.

Ve böylece İnziva Tepesi, Yusuf ile Zeynep’in hem aşkının hem de direnişinin sembolü oldu.
Belhizar halkı ise, dersini almış bir şekilde, geride utançla ama yeni bir uyanışla kaldı.






8 Eylül 2025 Pazartesi

Direniş-Neslihan

Boğaçhan Obası

Direniş-neslihan



Uzak diyarlarda, dağların doruklarında karın eksik olmadığı, vadilerinden rüzgârların türkü gibi estiği bir coğrafyada Boğaçhan Obası kurulmuştu. Bu oba, göçebe hayatın bereketli durağı, atların özgürce koştuğu, çocukların gülüşleriyle yankılanan bir yurt idi.

Obanın ortasında koca bir meydan vardı. Meydanın çevresinde kara keçi kılından yapılmış çadırlar sıralanır, bacalardan dumanlar yükselirdi. Dumanın kokusu bazen közde pişen ekmeğin, bazen de kaynayan etin habercisi olurdu. Çocuklar sabah erkenden kalkar, keçi sürülerinin peşinde koşar; kadınlar ise yün eğirir, süt sağar, tandır başında ekmek pişirirdi. Erkekler atlarına binip yaylaya çıkar, bazısı ava, bazısı sürülerin ardına düşerdi.

Oba öyle bir yerdeydi ki, bir yanından gürül gürül akan dereler, bir yanından çiçeklerle bezenmiş yaylalar uzanırdı. İlkbaharda dere boyları mor menekşe ve sarı papatyalarla bezenir, yaz gelince ovalar buğday başaklarıyla altın gibi parlar, sonbaharda dağlar kızıl renge bürünürdü. Kışınsa oba, karla örtülür, sanki gökyüzünden inmiş beyaz bir yorgan altında dinlenirdi.

Ama Boğaçhan Obası’nın asıl bereketi, işte bu akarsularından gelirdi. Bu sular hem sürülere, hem tarlalara, hem de obanın yüreğine can verirdi. Su, obanın nefesiydi. Her sabah kadınlar testilerini dereden doldururken, çocuklar suyun şırıltısıyla oynar, erkekler akarsuyun yanına atlarını bağlarlardı. Su, oba için hem hayat, hem bereket, hem de huzurdu.

Boğaçhan Obası yalnızca coğrafyasıyla değil, insanıyla da gurur duyulacak bir yurttu. İnsanları cesur, konuksever, vakur ve mertti. Ne var ki, aralarında öyle biri vardı ki, adı daha nice obalara yayılmıştı: Neslihan.

Neslihan’ın Heybeti


Boğaçhan Obası’nın en parlak yıldızı hiç şüphesiz Neslihan idi. Onu görenler bir daha bakmaya cesaret edemezdi; çünkü bakışları insana hem hayranlık hem de çekinç verirdi.

Neslihan uzun boylu, ince belli, ama dağ gibi dimdik dururdu. Omuzlarına dökülen kara saçları, rüzgâr estiğinde dere boylarındaki söğüt dalları gibi savrulurdu. Gözleri gece karasıydı, ama bakınca içinde bir kıvılcım, bir ışık yanar; bakanı içine çekerdi. Dudaklarının kenarında çoğu zaman derin bir ciddiyet, bazen de içten bir tebessüm olurdu.

Onun yürüyüşü bile başkaydı. Obanın genç kızları yanına düştüğünde, adımlarını ona uydurur; delikanlılar ise göz ucuyla bakıp sonra başlarını yere eğerdi. Çünkü Neslihan yalnız güzelliğiyle değil, asalet ve vakarıyla da obanın gözbebeğiydi.

Küçük yaşından beri ata binmiş, ok atmış, kılıç tutmuştu. At sırtında rüzgârla yarışır, kılıcı kaldırınca bileği titremezdi. Kadınların işine de yardım eder, çocukları sever, yaşlıların gönlünü hoş ederdi. İşte bu yüzden, yalnız güzelliğiyle değil, yüreğinin büyüklüğüyle de dillere destandı.

Obanın ihtiyarları, “Bu kız, hem analarımızın zarafetini hem de atalarımızın yiğitliğini taşıyor,” derlerdi. Genç delikanlılar arasında onun için türküler yakılır, kimi zaman gece ateş başında bağlama eşliğinde onun adı mırıldanırdı.

Ama Neslihan’ın bakışları her şeye rağmen uzaklara dalardı. Sanki obanın mutluluğu içinde bile bir endişe kıvılcımı taşırdı. Çünkü o, sadece kendi güzelliğiyle değil, oba halkının derdiyle dertlenen bir yüreğe sahipti.


Suların Azalması


Boğaçhan Obası, dağların eteklerinde kurulmuş, bereketli akarsuların çevresinde yeşermişti. Her sabah çadırların arasından yükselen dumanla birlikte dere boylarından gelen su şırıltısı, obalıların gönlünü şen ederdi. Çocuklar derede çırılçıplak oynar, kadınlar çamaşırlarını sulara vurur, erkekler atlarını dere kenarında sulardı. Akarsular obanın can damarıydı; çünkü yalnız içmek için değil, ekinleri, hayvanları ve hatta insanın ruhunu besleyen bir bereketti.

Fakat bir gün geldi ki, derelerin sesi hafif hafif azalmaya başladı. Önceleri kimse önemsemedi; “Yazdır, kuraklık bastı” dediler. Fakat zamanla o berrak akış, yerini hüzünlü bir damlamaya bıraktı. Çocukların neşesi azaldı, kadınların yüzüne gölge düştü, erkeklerin bakışı sertleşti.

Kışa yakın günlerde dahi suların hâlâ azaldığını gören oba halkı, endişeli fısıltılara başladı:

“Ya bu dere kurursa?”

“Oba taşınmak zorunda kalır mı?”

“Biz bu toprakları bırakıp nereye gideriz?”


İşte o günlerde Neslihan’ın gözleri daha çok uzaklara dalar oldu. O, içten içe bu işin yalnız bir kuraklık meselesi olmadığını hissediyordu. Ne kadar genç olsa da sezgileri kuvvetliydi. Geceleri çadırında dua eder, sabahları dere kenarında diz çöküp suları seyrederdi.

Ve bir gece vakti, yıldızların altında kendi kendine fısıldadı:

> “Ey dereler… Siz dağların bağrından bize armağansınız. Peki neden çekiliyorsunuz? Yoksa bir el mi size engel oldu?..”



Neslihan’ın kalbine düşen bu şüphe, ilerleyen günlerde adını Demir Bey’le anacağı bir sırra dönüşecekti.

Aşk Kıvılcımı


Obanın dereleri azalıyor, kaygı büyüyordu. Erkekler kendi aralarında toplanıyor, kadınlar dua ediyor, yaşlılar ise geçmişten ibretli kıssalar anlatıyordu. Böyle bir günde, Boğaçhan obasının cesur yiğidi Kızıl Alp, dere başında düşüncelere dalmıştı. Uzaktan bakıldığında bile yüreğindeki ateşi saklayamayan, gözlerinden cesaret fışkıran biriydi.

İşte o sırada Neslihan da elinde testiyle dere kenarına geldi. Normalde genç kızlar, yiğitlerin bakışlarından çekinir, utangaç davranırdı. Fakat o gün kader, onları yan yana getirdi. Neslihan testisini doldururken Kızıl Alp usulca yaklaştı. Suyun akışı azalmıştı; testiyi doldurmak bile güçleşiyordu.

Kızıl Alp eğilip yardım etmek istedi:

“İzin ver Neslihan, testini ben doldurayım.”


Neslihan başını kaldırdı, göz göze geldiler. O an sanki akan suyun sesi bile sustu. İki gönül, bir an için birbirinin aynasında kayboldu. Neslihan utangaç bir tebessümle testiyi uzattı.

Kızıl Alp, testiyi doldururken hafifçe fısıldadı:

“Bu sular çekilse de… gönlümdeki sevda eksilmez.”


Neslihan’ın yüzüne kızıllık yayıldı; kalbi hızla çarpmaya başladı. Dudakları titredi ama cevap veremedi. Yalnızca gözleriyle, o bakışlarıyla karşılık verdi.

O günden sonra, oba halkı her ne kadar derelerin kesilmesinden dert yansa da, iki gönül arasında sessiz bir ateş yanmıştı. Her buluştuklarında gözleriyle konuşuyor, birbirlerine güç veriyorlardı. Neslihan’ın içindeki endişe, Kızıl Alp’in varlığıyla hafifliyor; Kızıl Alp’in yüreğindeki yiğitlik, Neslihan’ın bakışlarıyla daha da büyüyordu.

Ama ikisi de biliyordu ki, su meselesi çözülmezse, aşkları da obanın geleceği gibi tehlikeye düşecekti. Neslihan geceleri dua ederken, Kızıl Alp kılıcını sıyırıp gökyüzüne bakıyor ve “Ya Rabbim, bu sevdayı boşa çıkarma” diye mırıldanıyordu.


Suların Kesilmesi


Boğaçhan obasında sabahlar artık hüzünle doğuyordu. Önceleri gürül gürül akan dereler, çocukların şen kahkahalarına eşlik ederdi. Ama şimdi… taşların arasından cılız bir su sızıyor, kimi gün hiç akmıyordu.

Kadınlar su testileriyle boş döner olmuştu. Çobanlar sürülerini sulayamıyor, tarlalarda yeşeren filizler boy veremeden kuruyordu. Obanın ihtiyarları başlarını yere eğmişti; gençler ise öfkeyle ellerini yumruk yapıyordu.

Neslihan, bu manzarayı her gördüğünde kalbi parçalanıyordu. O, sadece obasının güzelliğiyle değil; merhameti ve aklıyla da tanınırdı. Gözlemlerinden şüphelenmeye başlamıştı. Gözlerini ufka diktiğinde, dağların ardında kurulu olan Sarpkaya Obası aklına geliyordu. Ve onların reisi Demir Bey…

İçinden bir fısıltı yükseliyordu:

“Bu işte onun parmağı var.”


Ama bunu açıkça söylemeye cesaret edemedi. Çünkü bir oba beyini suçlamak kolay değildi. Hem, kanıt olmadan bu sözler yalnızca fitne olurdu. Yine de yüreği biliyordu: sular, doğa yüzünden değil; bir el yüzünden çekiliyordu.

Bu sırada Neslihan’ın gönlünde başka bir ateş de yanıyordu. Kızıl Alp’in bakışları, sözleri, duruşu… obaya çöken kasvetin arasında bir umut ışığı gibiydi. Herkes karamsarlığa kapıldığında, onun varlığı Neslihan’a güç veriyordu.

Kızıl Alp bir gün Neslihan’ın yanına geldi, gözlerinde hem öfke hem umut vardı:

“Bu derdin ardında bir hile olduğunu biliyorum. Sularımızı elimizden alırlarsa, ekmeğimiz de namusumuz da tehlikededir. Sen üzülme Neslihan, ben sonuna kadar bu davanın arkasındayım.”


Neslihan ise derin bir nefes aldı, gözleri doldu:

“Ben de aynı şeyi düşünüyorum, Kızıl Alp. Ama obada herkesin dili başka… Kimi taşınmaktan bahsediyor, kimi çaresizlikten.”


Kızıl Alp yumruğunu yere vurdu:

“Taşınmak mı? Boğaçhan obası dedelerimizin kanıyla yoğruldu. Bu toprak bırakılmaz! Suları kesen kimse, bizden korksun.”


İşte o anda, ikisinin arasında aşk ile direnişin bağı iyice düğümlendi. Neslihan’ın gözlerindeki parıltı Kızıl Alp’in kalbine işledi. O andan sonra ikisi için aşk, sadece gönül meselesi değil; oba için verilen mücadelenin ateşi olmuştu.

Ama obada söylentiler yayılıyordu: “Göçelim!”, “Bu toprak artık bereket vermiyor!”, “Çocuklarımız aç kalacak!” Sesler büyüdükçe, oba içten içe parçalanmaya başlıyordu.

Ve işte o gün geldi… sabah erkenden, dereler tamamen kurudu. Boğaçhan obası sessizliğe büründü; herkes birbirine bakıyor, gözlerde korku ve çaresizlik dolaşıyordu.

Neslihan içten içe haykırıyordu:

“Ya dağlar değilse? Ya bu kuraklık bir insan eliyleyse?!”


Ama şimdilik susması gerekiyordu. Çünkü gerçek ortaya çıkarsa, sadece su değil; oba düzeni de büyük bir savaşa sürüklenecekti.

Göç Fısıltıları ve Aşkın Büyümesi


Boğaçhan obasında umutsuzluk artık günlük bir misafir olmuştu. Suların kesilmesiyle birlikte hayvanlar zayıflıyor, ekinler kavruluyor, çocukların gözleri buğulanıyordu. Çaresiz kalan oba erleri, taşınma fısıltıları dillendirmeye başlamıştı.

Bir gün sabah vakti, Neslihan çadırından çıkıp oba meydanına yürüdü. Gördüğü manzara içini sızlattı: Birçok oba sakini, yüklerini deve ve atlarına yüklemiş, helallik istiyordu. Kadınlar gözyaşı döküyor, ihtiyarlar derin iç çekişlerle “Bu toprak bizi terk etti” diyordu.

Neslihan’ın gözlerinden yaşlar sel olup aktı. Gözleri, adeta derelerin kuruyan yatakları gibi dolu dolu… Koca yürekli Neslihan obanın ortasında diz çöktü, ellerini göğe açtı:

“Ey atalarımızın kanıyla sulanmış topraklar! Biz sizden vazgeçersek, kim bize sahip çıkar?”


O an, halk sessizliğe büründü. Neslihan’ın gözyaşları, konuşmaktan çok şey anlatıyordu.

Kızıl Alp, onun bu hâlini görünce yüreği parçalandı. Sessizce yanına gelip omzuna dokundu:

“Ağlama Neslihan. Göç etmeye kalksalar da ben burada kalacağım. Seninle, bu topraklarla, derelerimizle beraber. Bırak herkes gitsin, ben vazgeçmeyeceğim.”


Neslihan başını kaldırdı, gözleri yaşla parlıyordu:

“Biliyor musun Kızıl Alp… Bir yanım kahroluyor, çünkü ailem ve akrabalarım da göçmek istiyor. Ama bir yanım da şükrediyor, çünkü sen varsın. Senin için her şeyden vazgeçebilen bir yiğit yanımda… İşte o bana güç veriyor.”


Kızıl Alp, dimdik durdu, sesi gürleşti:

“Benim için değil Neslihan, obamız için! Ama şunu bil: Eğer sen bana ‘git’ desen, dağları deviririm, yine gitmem. Çünkü senin gözlerinde sadece obanın değil, koca bir milletin geleceğini görüyorum.”


O an aralarında bir sessizlik oldu. Yalnızca yüreklerinin atışı, geceyi dolduran rüzgârın uğultusuyla yarışıyordu. Aşk kıvılcımları, obanın ateşini besleyen közler gibi harlanıyordu.

Ama oba halkı durmuyordu. Her gün daha çok kişi göç hazırlığı yapıyor, çadırlar sökülüyordu. Bir sabah Neslihan uyandığında, yarım oba çoktan yola revan olmuştu. Atların nal sesleri, kadınların ağıtları, çocukların ağlamaları göğe yükseliyordu.

Neslihan’ın gözlerinden yaşlar ırmak gibi aktı. Elini kalbine bastırdı, sanki yüreğini yerinden sökecek gibiydi. Tam o sırada Kızıl Alp yanına koştu:

“Neslihan! Dayan. Onlar gidiyorsa gitsinler. Biz kalacağız. Biz bu toprak için direneceğiz. Sen varsan, ben varım. Senin gözyaşların bu toprağı yeniden yeşertecek, inan bana.”


Neslihan gözlerini yere dikti, sonra ufka çevirdi. Dudaklarından tek bir cümle döküldü:

“O vakit Kızıl Alp, bu toprak bizim nikâhımız olsun. Biz burada kalacağız. Bedeli ne olursa olsun.”


Ve işte o anda, göç dalgasının arasında bile direnişin tohumu daha da kök saldı. Neslihan ve Kızıl Alp, hem obaya hem kendilerine bir söz verdiler:
“Bu topraklarda ya direneceğiz, ya da birlikte yok olacağız.”
Aşk Kıvılcımı

Obanın üstüne akşamın kızıllığı çökmüştü. Çocukların gülüşleri çadırların arasından yavaş yavaş çekilirken, yerini koyunların meleyişi, ateş başında kaynayan kazanların buharı alıyordu. O gün herkesin yüreğinde aynı tasa vardı: suların azalması. Lakin Neslihan’ın gönlünde başka bir kıpırtı da başlamıştı.

O, suyun başına her gidişinde, kayanın üstünde oturup uzaklara dalan Kızıl Alp’i görüyordu. Onun geniş omuzlarına yaslanan gök, adeta küçülüyordu. Sessizliği, bir yiğidin içli türküsü gibiydi. Neslihan bazen ona bakarken, içi titrer, gözlerini hemen suya dikerdi. Fakat kalbi hızla çarpardı; sanki her damla, her şırıltı ona Kızıl Alp’in adını söylüyordu.

Bir gün, oba kadınları dereden su doldururken, Kızıl Alp ansızın Neslihan’ın testisini elinden aldı.
“Bırak ben taşıyayım,” dedi, gözlerini yere indirerek.
Neslihan şaşırdı, yüzü kızardı.
“Ben taşırım Alp,” diye mırıldandı ama sesi titriyordu.

Yol boyu sessizlik çökmüştü. Sadece Kızıl Alp’in güçlü kollarında testinin sallanış sesi duyuluyordu. Çadıra vardıklarında, Kızıl Alp testiyi yere koydu, ama gözleri Neslihan’ın gözlerinden kaçamadı. İşte o anda, ikisinin de kalbinde bir kıvılcım yandı.

O gece, oba ateşinin etrafında gençler cenk oyunları yaparken, Neslihan’ın gözleri hep Kızıl Alp’i arıyordu. Kızıl Alp de atının yelesini okşarken, gizli gizli onu izliyordu. Yıldızlı gökyüzü, bu iki yüreğin sırdaşına dönüşmüştü.

Neslihan, annesinin çadırında iğneye iplik geçirmeye çalışırken, aklı hep Kızıl Alp’in bakışlarındaydı. İğne deliğini göremedi, ipliği bir türlü geçiremedi. Annesi fark etti, gülümsedi ama bir şey demedi. Çünkü aşkın gözleri görmez olurdu bazen…

Ve işte o gece, oba sessizliğe bürünmüşken, Kızıl Alp atının dizginini çekti, uzak tepeden obaya baktı. “Neslihan…” diye fısıldadı rüzgâra. Rüzgâr taşıdı bu sesi, Neslihan’ın çadırına kadar ulaştırdı sanki. Neslihan uyumamıştı; gözleri nemliydi, ama içi ılık bir ateşle doluydu.

Obada sular azalıyordu, ama iki gönülde su gibi çağlayan bir şey vardı artık: aşk kıvılcımı.
Kızıl Alp’in Habersiz Gidişi

Gece, oba üzerine kara bir örtü gibi çökmüştü. Çadırlardan yükselen ocak ışıkları birer birer sönüyor, sadece kurt ulumaları ve uzak dağlardan gelen rüzgârın uğultusu işitiliyordu. Herkes uykuya dalmış görünse de, Kızıl Alp’in gönlüne uyku haramdı.

O gün, Neslihan’ın ağzından dökülen sözler hâlâ kulaklarındaydı:
“Ya dağlar değilse… Demir Bey’den şüpheleniyorum.”

Bu söz, Kızıl Alp’in yüreğine hançer gibi saplanmıştı. Çünkü eğer bu şüphe doğruysa, obaların dirliği dağılacak, toyda büyük kargaşalar kopacaktı. Kızıl Alp, hem sevdiği kızın gözyaşlarını dindirmek, hem de obanın adını temize çıkarmak için kararını verdi.

Çadırında tek başına oturuyordu. Önünde kınalı kılıcı, yanında eski yaylı oku vardı. Elini kılıcın kabzasına koydu, gözlerini yumdu. Dudaklarından şu sözler döküldü:
“Ya Rab, bana güç ver. Neslihan’a söz vermedim, ama gönlümde ona ant ettim: Bu işin aslını bulacağım.”

Ay ışığı çadırın ucundan içeri sızıyor, Kızıl Alp’in yüzünü parlatıyordu. Atının bağlı olduğu kazığa yürüdü. At, sanki sahibinin derdini anlamış gibi kişnedi hafifçe. “Sus yiğidim,” dedi Kızıl Alp, “sessiz olmalıyız.”

Kılıcını kuşandı, oklarını sırtına taktı. Yavaşça çadırın kapısını araladı. Obanın nöbetçileri ateşin başında uykusuz gözlerle oturuyordu, ama Kızıl Alp’in sessiz adımlarını fark etmediler. O, gecenin karanlığına karıştı.

Arkasında bıraktığı obada ise, Neslihan uyuyamıyordu. Yatağında sağa sola dönüyor, içini kemiren bir hisle boğuşuyordu. Sanki bir şey olacaktı… Kızıl Alp’in ruhu, kalbinde yankılanıyordu.

Kızıl Alp dere boylarına doğru atını sürerken, içinden şunları geçiriyordu:
“Eğer Demir Bey’in erleri bu işi yapıyorsa, yalnızca suyumuzu değil, geleceğimizi de çalıyorlar. Bunu bilmeden Neslihan’a nasıl bakarım?”

O gece, yıldızlar bile sanki daha parlak yanıyordu. Sanki gökyüzü de onun yürüyüşüne şahitlik ediyordu.

Ve işte böylece Kızıl Alp, Neslihan’a haber vermeden, yalnız başına, suyun kesildiği yere doğru revan oldu.

Doğruların Görülmesi ve Şahitler


Kızıl Alp, dere boyuna vardığında ay gökyüzünde en parlak hâlindeydi. Suların önünü tutan taş yığınları, ay ışığında karaltı gibi duruyordu. Fakat orada bir başka şey vardı: Demir Bey’in alpleri.

Gizlice gözetledi onları. İki alp, gece sessizliğini yarmamak için fısıldaşarak konuşuyordu:
“Beyimiz doğru dedi, bu sular akarsa Boğaçhan obası güçlenir. Önlerini kestik mi, ya göçerler ya da diz çökerler.”

Kızıl Alp’in yüreği sızladı. Demek ki Neslihan’ın şüphesi doğruydu. Fakat öfkeyle kılıcını çekmedi. Çünkü öfke, delil yerine geçmezdi. Bu işin doğruluğunu kanıtlamak için şahitler gerekliydi.

Kendi kendine fısıldadı:
“Bu suyun hakkı Tanrı’nın takdiridir. İnsan elinin zulmüne boyun eğmeyeceğiz. Şahitler olmadan kimse inanmaz. Bunu toyda ortaya koymak gerek.”

Atına atladı, uzun yolları aşarak komşu obalara yöneldi. Cergi Obası’na gitti önce. Oranın beyi, dirayetli ve adil biriydi. Ona dere boyunda gördüklerini anlattı. Bey düşündü, sonra dedi ki:
“Böyle bir iş, obalar arası büyük suçtur. Eğer doğruysa Demir Bey toyda hesap verecek. Alplerimden birkaçını sana şahit olarak veriyorum.”

Sonra Atmaca Obası’na uğradı. Cenkalp adında yiğit bir er, Kızıl Alp’in sözlerine kulak verip öfkelendi:
“Su kesmek, obanın canını kesmek demektir! Ben de geleceğim, gözümle görüp toyda söyleyeceğim.”

Ardından Karlı Obası’na gitti. Oranın soğuğu sert, erleri çetin olurdu. Onlar da bu işe razı gelmedi, şahit vermeyi kabul ettiler.

Bu yolculuk günler sürdü. Geceleri yıldızların altında uyudu, gündüzleri at sırtında geçti. Yorgun düşse de, aklında tek bir şey vardı: Neslihan’ın bakışları. Onun endişeli gözlerini hatırladıkça, gücü tükenmedi.

O sırada Boğaçhan obasında bekleyiş vardı. Çadırların önünde kadınlar suyun sesini özlemle dinliyormuş gibi kulak kabartıyordu. Ama bir ses yoktu. Neslihan, her gün aynı tepede bekliyor, gözlerini dağlardan ayırmıyordu. Kızıl Alp’in ailesi gözyaşları döküyor, “Belki de geri dönmeyecek” diye fısıldıyordu. Neslihan da ağlıyordu… ama onun gözyaşları bir obadan değil, bir yürekten akıyordu.

Günler sonra Kızıl Alp, yanında Cergi, Atmaca ve Karlı obasından şahitlerle döndü. Artık delil hazırdı. Doğru, toyda apaçık ortaya konacaktı.

Suçun Ortaya Çıkışı ve Dönüş


Kızıl Alp ve yanındaki şahitler, gecenin koynunda dere boyuna vardılar. Ay bu defa bulutların arasından süzülüyor, sanki olup biteceklerin şahidi olmak için saklanıyordu.

Atmaca obasından Cenkalp’in fikriyle bir taş hafifçe çekildi, suyun hafif şırıltısı duyuldu. Sonra yeniden kapatıldı. Bu oyunla Demir Bey’in erleri suçüstü yakalanacaktı.

Ve nihayet beklenen an geldi. Demir Bey’in alpleri, ağır adımlarla dere boyuna indiler. Ellerinde kürek, dillerinde fısıltılar:
“Çabuk olun, beyimiz görmeden su taşlarını yerine oturtalım.”

Tam o esnada, pusudaki yiğitler fırladı. Kılıçların parıltısı ay ışığına karıştı, bağırışlar dere kenarında yankılandı. Daha ne olduğunu anlayamadan, Demir Bey’in adamlarının kılıçları enselerine dayanmıştı. Ellerine urganlar geçirildi, birer suçlu gibi bağlandılar.

Şahitler gözleriyle gördü. Artık inkâr imkânsızdı. O büyük suç, yani suyu kesmek – obaların hayat damarıyla oynamak – ortaya çıkmıştı. Suçlular, toy gününe kadar hesap vermeleri için kutlu beyin erlerine teslim edildi. Ellerine zincirler vuruldu, kafesli çadıra konulmak üzere götürüldüler.

🌙 O sırada Kızıl Alp, secdeye kapandı. Gözlerinden yaş süzülürken dudaklarından şu söz döküldü:
“Ey Rabbim, bu suyun hakkını bize geri verdin. Şükürler olsun sana.”

Secdeden kalktı, atına bindi. Geceydi, ama dönüş yolunda sanki gündüz gibi aydınlık vardı. Atının nalları taşlara vurdukça kıvılcımlar saçıyor, Kızıl Alp’in yüreği yanıyordu. Çünkü obasında bekleyen bir yürek daha vardı: Neslihan.

🌿 Boğaçhan obasında o gece sessizlik hâkimdi. Göç hazırlığı yapan çadırlar toparlanmış, sabah yola revan olmak için bekliyordu. Kızıl Alp’in ailesi artık umudu kesmişti. “Oğlumuz dönmeyecek” diyerek gözyaşı döküyorlardı.

Neslihan ise gece yarısı ellerini kaldırdı, gözyaşları içinde dua etti:
“Rabbim! Obamın da, kalbimin de suyunu senden istiyorum. Sen bize susuzluğu değil, bereketi lütfet. Ne olur, hem obamı hem gönlümü kurutma Ya Rab.”

Daha duasını bitirmemişti ki… kulaklarına tanıdık bir ses çalındı. Şırıl şırıl akan suyun sesi! Önce gözlerine inanamadı, sonra dışarı fırladı. Dere, yeniden coşmuştu.

Ve dere boyunda, ay ışığı altında bir siluet belirdi. Üzerinde parlayan zırhıyla, atının üzerinde heybetiyle gelen bir yiğit… Kızıl Alpti bu!

Neslihan’ın gözleri doldu. Obasının suyu da, kalbinin suyu da gelmişti.

Toy Mahkemesi ve Adalet


Boğaçhan obasında ertesi sabah, güneş adeta yepyeni bir günün müjdecisi gibi doğdu. Dereler yeniden çağlıyor, oba halkı gözyaşlarıyla sevinç nidaları arasında suya ellerini daldırıyordu. Kimisi avuç avuç içiyor, kimisi hayvanlarına su içiriyor, kimisi de secdeye kapanıyordu.

Ama adaletin günü gelmişti. Çünkü Demir Bey’in erleri, kutlu beyin obasında yapılacak büyük toy mahkemesine götürülmüştü. Toy günü, çevredeki tüm oba beyleri ve yiğitleri hazır bulunacaktı.

🛡 Toy meydanı kuruldu. Ortada büyük bir otağ, çevresinde oba sancakları dalgalanıyordu. Her oba kendi renklerini getirmiş, meydan bayram yerine dönmüştü. Ama bu bayramda bir hesaplaşma vardı.

Kutlu Bey otağın önünde yerini aldı, tok sesiyle seslendi:
— Ey oba halkı! Bugün yalnızca suçluları değil, adaletimizi de sınayacağız. Su kesmek, obaların nefesini kesmektir. Bu suçun cezası ağırdır!

Kafesli çadırdan elleri bağlı şekilde çıkarılan Demir Bey’in erleri, meydanın ortasına getirildi. Başları öne eğikti, gözlerinde pişmanlık ve korku okunuyordu.

Şahitler bir bir konuştu. Atmaca obasından Cenkalp, Cergi oba’dan Temur, Karlı oba’dan Alpagut… Hepsi aynı şeyi gördüklerini söyledi:
— Suların önünü bu erler taşlarla kestiler. Obaları susuz bırakmaya çalıştılar.

Artık inkâr mümkün değildi. Bütün oba halkı öfkeyle homurdandı. Kadınlar gözyaşı döktü, çocuklar bağırdı. Çünkü susuzluk, ölümdü.

Kutlu Bey kararını açıkladı:
— Suç sabittir. Demir Bey’in erleri büyük bir günaha bulaşmıştır. Cezaları: Bin koyun, yüz çuval hububat ve ayrıca üç yıl boyunca diğer obalara hizmet. Bu mallar, hem Boğaçhan obasının düğününe hem de obaların ortak rızkına harcanacaktır.

Halk “Adalet!” diye bağırdı.

🐏 O gün Demir Bey’den gelen bin koyun, Boğaçhan obasının meydanına sürüldü. Hububat çuvalları yığılırken oba halkının sevinci artıyordu.

Ve işte düğün hazırlıkları böylece başladı. Koyunların bir kısmı düğün yemeği için kesildi, kazanlar kuruldu. Geri kalanlar ise  oba halkı arasında eşitçe dağıtılacaktı.

🌸 Neslihan, toy meydanında başı dimdik yürüyordu. Obasıyla iftihar ediliyordu, cesareti ve asaleti herkesin dilindeydi.
Kızıl Alp ise yiğitliğiyle obaların kahramanı olmuştu. Onlara bakan herkes, “İşte direnişin, aşkın ve adaletin sembolü bunlardır” diyordu.


Neslihan ve Kızıl Alp’in Düğünü


Toy mahkemesinin üzerinden günler geçti. Boğaçhan obası artık şenlik içindeydi. Her oba kendi yiyeceğini, hediyesini, sazını getirmişti. Meydan kına gecesi gibi süslenmiş, derelerden yükselen şırıltı sanki bu düğüne eşlik ediyordu.

🐏 Bin koyundan ayrılan sürü, düğün yemeği için obanın ortasında koca kazanlarda kaynıyordu. Etin kokusu oba meydanına yayılmış, herkesin içini ısıtıyordu. Çocuklar sevinçle koşuyor, kadınlar ellerinde nakışlı mendillerle hazırlık yapıyordu.

🌿 Neslihan gelin otağına alındığında, yüzündeki parıltı güneşten daha parlaktı. Obanın bütün genç kızları onun çevresindeydi ama hiçbiri onun asaletiyle boy ölçüşemiyordu. Kızıl Alp ise dışarıda yiğitlerin arasında, heyecanla bekliyordu.

Kutlu Bey yüksekçe bir taşın üzerine çıkarak seslendi:
— Ey oba halkı! Bugün yalnızca iki gencin düğünü değil, obalarımızın yeniden doğuşu kutlanıyor. Suyumuzu kurutmak isteyenler kaybetti, Allah’ın izniyle direniş ve adalet kazandı. Şimdi Neslihan ve Kızıl Alp’in nikâhını kıyalım.

Nikâh duası oba meydanında yankılandığında, davullar gürledi, zurnalar çaldı. O anda bütün oba halkı ayağa kalktı. Herkes gözyaşları içinde “Hayırlı olsun!” nidaları attı.

🌸 Kılıçlar bu sefer savaş için değil, düğün için çekildi. Yiğitler kılıçlarını havaya kaldırıp göğe doğru işaret ettiler. Çünkü bu düğün, bir milletin yeniden ayağa kalkışının düğünüydü.

Neslihan’ın gözleri, Kızıl Alp’in gözleriyle buluştu. İçlerinden hiç konuşmadan aynı şeyi söylediler:
— Bu zafer aşkımızın ve obamızın zaferidir.

🎶 O gece sazlar susmadı, türküler bitmedi. Kadınlar halay çekti, yiğitler cirit oynadı. Ateşin etrafında sabaha kadar zıplayan gençler, yorgun ama umut doluydu.

🌙 Gecenin sonunda, oba halkı yıldızların altında dua etti:
— Rabbim, obamızı susuz bırakma. Gençlerimizi aşksız bırakma. Yiğitlerimizi kılıçsız bırakma.

Ve böylece Boğaçhan obasının direnişi, hem adaletle hem de büyük bir düğünle taçlanmış oldu.




✨ İşte bu mutlu kapanış, hem aşkı hem mücadeleyi birleştiren finaldir.



5 Eylül 2025 Cuma

Justice and Development – Adalet ve Kalkınma Operasyonu

Justice and dvolopment


Ak Görünümlü Kirli Çamaşırlar

Dünya kulağa ne kadar masum gelirse gelsin, bazı kavramlar perde arkasında çok daha karanlık bir işlev görür. “Adalet ve Kalkınma” ya da İngilizcesiyle Justice and Development, insan hakları ve ekonomik kalkınma maskesi altında yürütülen küresel operasyonların en güzel örneklerinden biridir. Washington’da 1996 civarında doğduğu söylenen bu fikir, aslında devletlerin bağımsızlığını törpüleyen, ekonomik ve siyasi kontrol için kullanılan bir şifreydi.

Banu Avar’ın belgesellerinde sıkça gördüğümüz gibi: dışarıdan bakınca her şey “adil ve ilerici” görünür, ama işin içinde dönen çarklar, fonlar ve gizli ajandalar çoğu zaman gözden kaçırılır.

Tarihsel Arka Plan: Küresel Planın Temelleri

  • 1945 sonrası: Dünya Bankası ve IMF, kalkınma raporları ve yardımlar aracılığıyla ülkelerin iç işlerini şekillendirmeye başladı.
  • 1990’lar: Soğuk Savaş sona erdi, Washington merkezli küresel tek kutuplu dünya düzeni doğdu. “Demokrasi ihracı” ve “kalkınma yardımı” ikilisi artık ülkeleri kontrol etmek için temel araç oldu.
  • 1996: Operasyonun fikirsel olarak şekillendiği, adalet ve kalkınma kavramlarının küresel politika terminolojisine entegre olduğu kritik yıl.

Operasyonun Mekanizması

Adalet

Uluslararası mahkemeler, insan hakları raporları ve demokratik standartlar, çoğu zaman ülkelerin iç işlerine müdahale etmek için araç olarak kullanılır. Hukuk maskesi altında yürütülen bu operasyonlar, uluslararası güçlerin çizdiği sınırlar dahilinde işler.

Kalkınma

Krediler, fonlar ve reform paketleri ile ülkeler ekonomik bağımlılığa sürüklenir. Kalkınma adı altında uygulanan politikalar, yerel üretimi azaltır, kaynakları küresel piyasanın çıkarına yönlendirir.

Sahadaki Kirli Çamaşırlar

  • Balkanlar: Yugoslavya’nın parçalanması, “adalet” ve “barış” maskesiyle gerçekleşti.
  • Ortadoğu: Irak, Afganistan ve Libya operasyonları, kalkınma ve demokrasi söylemleriyle meşrulaştırıldı.
  • Afrika: Dünya Bankası fonlarıyla borçlandırma ve kaynak sömürüsü.
  • Türkiye ve Benzeri Ülkeler: Siyasal hareketlere “adalet ve kalkınma” maskesi çekilmesi, halkın bilinçli veya bilinçsiz yönlendirilmesi.

Güvenilir Kaynaklarla Derinlik

  • The New Yorker – The Next Crusade: Dünya Bankası’nın “adalet” ve “yolsuzlukla mücadele” gibi kavramları nasıl global politika aracı olarak kullandığını anlatır. Link
  • Julian Culp – Global Justice and Development: Küresel adalet ve kalkınma kavramlarının kuramsal çerçevesini sunar. Link
  • Ramos‑Maqueda & Daniel Chen – The Role of Justice in Development: Empirik verilerle adalet kurumlarının ekonomik büyüme ve toplumsal güven üzerindeki etkisini tartışır. Link
  • Banu Avar: Belgesellerindeki gözlem ve anlatım tarzı, bu operasyonların sahadaki dramatik yüzünü gözler önüne serer.

Maskenin Düşüşü

Adalet = güçlünün hukuku.
Kalkınma = bağımlılığın kalıcılaştırılması.
Kulağa masum gelen kavramların, küresel kontrolün ve emperyal operasyonların yumuşak kılıfı olduğu açığa çıkar.

İnsanlık için Uyarı

“Justice and Development – Adalet ve Kalkınma Operasyonu”, sadece kavram değil, bir küresel müdahale stratejisidir. Adalet ve kalkınma adı altında yürütülen bu operasyonlar, çoğu zaman halkların kendi iradeleri ve bağımsızlıkları üzerinden şekillenir. Banu Avar’ın belgesellerinde gördüğümüz gibi, dışarıdan bakınca her şey masum görünse de, perde arkasında dönen çarklar ve kirli ajandalar insanlığın gerçekleriyle yüzleştirir.

24 Temmuz 2025 Perşembe

Yukarı Bakmanın Unutulduğu Köy

Gökyüzü olmayan köy


Son Yön

Köyün adı Kadran'dı. Haritalarda yoktu. Ama zamanın haritasında tam ortadaydı, çünkü burada yukarı yönü silinmişti.

Kadran’da insanlar dört yöne göre yaşardı: doğu, batı, kuzey ve güney. Ama beşinci yön, yani “yukarı”, hiç konuşulmazdı. Dillerde yerini kaybetmişti. Ve yukarı bakanlar... Kör olurdu, derlerdi.

Ters Doğan

Bir gün bir çocuk doğdu. Adı Azem'di. O, başını hiç eğmeyen bir bebekti. Ninnilere değil, tavana bakarak susardı.

Bir gün tavanın küçük bir köşesindeki çatlağı fark etti. Oradan bir ışık süzülüyordu... ama bu ışık bildiği ışıktan farklıydı. Sıcak değil, sonsuz kokuyordu.

"Anne," dedi Azem. "Tavanın üstü ne?"

2090: Gök Kapatması

“2090 yılı. Güneş artık yalnızca ekranlardan doğuyordu.”

Bu yılın adı Gök Kapatması olarak anıldı. Küresel Gözetim Kurulu, atmosferin üst katmanlarına yapay sis sistemleri yerleştirdi. Gerekçe: iklim kontrolü.

"Yukarı bakanlar, sorgular."

Çatlağın Ardında

Azem tavanı kaldırdığında… İlk kez, gerçek gökyüzünü gördü. Yıldızlar sessizdi. Ama binlerce yılın şiirini aynı anda söylüyordu.

"Bize bu güzelliği kim neden sakladı?"

Küçük radyosu yeniden konuştu: "Kayıt yılı: 2090. Göğün kapatılma emri yürürlüktedir."

Tarihçi Taşlar

Azem köy meydanında toprağa bir taş bıraktı. Üzerine şu cümleyi kazıdı:

"2090 – Gökyüzü Kapatıldı, ama ben gördüm."

Göğe Direnenler

Azem artık sessiz değildi. Yıldızları toprağa çiziyor, çocuklara yukarıyı anlatıyordu. Onu görenler korkuyordu. Çünkü onların yıllarca eğdiği boyunları sızlamaya başlamıştı.

Duvarın Arkası

Radyodan gelen ses Azem’e bir koordinat verdi: Zaman: 04:44 – Yön: Kuzeybatı – Yer: Eski Silo

Orada bir grup insan vardı. Onlar Göğe Direnenler'di.

"Göğe bakanlar, yeryüzünü yeniden kurar."

Yeni Takvim

Gerçek tarih hâlâ vardı. Ama 2090 bir silme işlemiydi. Asıl zaman toprağın altında yaşıyordu. Azem’e görev verildi: “Geri dön ve çocuklara başını kaldırmayı öğret.”

Ters Çanlar

Azem döndüğünde, meydandaki taş kaldırılmıştı. Ama toprağın altındaki ikinci taş hâlâ oradaydı:

“Yukarı bakmak ibadettir.”

Ve sabah, köyün en sessiz çocuğu sordu:

"Anne, yıldız nasıl bir şey?"

İşte o an, göğün yeniden indiği gündü.

22 Temmuz 2025 Salı

İkinci Lawrence Vakası

Lawrence


Dini Sözcüklerle Uyutulan Zihinler, Dijital Putlara Secde Ettirilen İnsanlık

1916 yılında çöllerde sarıklı, Arap kıyafetli bir adam geziyordu. Aslında o bir ajan, bir İngiliz, adı Lawrence idi. O, Araplara "özgürlük" derken İngilizler için harita çiziyor, kabileleri birbirine düşürüp toprakların değil, zihinlerin işgalini başlatıyordu.

Bugünse sahne farklı, ama oyun aynı: Yeni Lawrence sakalını düzeltmiş, gülümsemesini eğitmiş, ekranlara çıkmadan önce algoritmalarla denenmiş bir proje olarak karşımızda.

Dinin Diliyle Konuşan Sistem

Artık ekranlarda bir adam var. Cümlelerine hep "Allah" diyerek başlıyor. Ağzında ayetler, sesinde huzur varmış gibi. Ama dikkatli bakınca gözlerinin içinde başka bir kıvılcım parlıyor: Sistematik etki yaratmak isteyen bir zihin mühendisliği.

Kur'an'dan ayet seçiyor ama bağlamdan koparıp kendi yapay sistemine yediriyor. Hz. Musa'yı anlatıyor ama Firavun'u tanımlarken bugünün düzenini değil, kendi teknolojik ütopyasını temize çıkarıyor.

"Siz değişmedikçe Allah sizi değiştirmez" (Ra’d 11) diyor. Ama eklemiyor: "Ya sizi değiştiren ben olursam?"

 Yeni Din - Dijital Teslimiyet

İnsanlık, artık sanal bir tanrının inşasına tanıklık ediyor. Onun adı bazen Yapay Zeka, bazen Singularity, bazen de Bilge Adam. Ama mesaj hep aynı: "Ben sizi daha iyi yönetirim. Yeter ki bana verilerinizi, düşüncelerinizi ve kararlarınızı teslim edin."

Yeni Lawrence işte bu noktada devreye giriyor. Diyor ki: "İyilik için yapıyoruz", "Adalet için", "Hakkaniyet için"... Ama sonuç ne? İnsanlar artık kendi vicdanlarını değil, sistem güncellemesini dinliyor. Dua etmeyi unutup "bildirim sesiyle" huzur buluyor.

Proje Adamlar ve Yumuşak İhanet

Bu adamlar tek başına değildir. Arkalarında teknoloji şirketleri, düşünce kuruluşları, medya orduları vardır. O, bir kişi değil, bir markadır. Bir projedir. Bir simgedir.

Onun sakallı olması, beyaz giymesi sizi aldatmasın. İlk Lawrence da sarık takıyordu. Görüntü sadelik, içerik sahtekârlık.

Bir kelimeyle başlatır, bir kelimeyle yönlendirir ve bir kelimeyle teslim alır: "İnsanlık." Ama onun tanımladığı insanlık; geçmişinden, inancından, sorgulama yetisinden soyulmuş bir yapıdır.

Yeni Put - Eski Ayet

İbrahim (as), baltasını eline alıp putları devirdiğinde aslında bir çağın finalini yazdı. Bugünse putlar silikonla yapılmış, ışıklı panellerde gizlenmiş halde. Ve "Allah" diyen bir ağız, bu yeni putlara secde ettiriyor insanları.

"Ey insanlar, Allah’ın dışında kendinize rabler edinmeyin." (Tevbe 31)
Ama insanlar artık algoritmalarla yönetilen bir geleceğe rıza gösteriyor. Kendi gönül tahtına yapay zekâyı oturtuyorlar. Ve sorulmuyor: Bu çağın Firavunu kim? Bu çağın Sâmirî’si kim?

Uyanış İçin Basiret Gerek

Kur’an okuyan ama anlamayan bir toplum, Kur’an’la kandırılır. Bu adamın dili Kur’an'dan ama kalbi başka bir yerden talimat alıyor.

İnsanlar Kur’an’ı anlamadıkça, dini sözleri sadece melodik bir musiki gibi dinledikçe, her gelen güzel konuşanı peygamber gibi sanacak.

Şimdi sor kendine:

  • Sen Kur’an’dan mı etkileniyorsun, sesi güzel bir adamdan mı?
  • Gerçekten tevhid için mi dinliyorsun, yoksa huzur taklidi için mi?
  • Ve en önemlisi: Bu adam seni Allah’a mı çağırıyor, kendi sistemine mi?


Tarihin tekerrürü bazen çok gürültüsüz olur. Lawrence gibi adamlar, hep dini konuşarak gelir. Ama arkalarında toz bırakırlar. Tozun içinde ne haritalar, ne imzalar ne de kanlı planlar görünür. Sadece “iyi niyetle kandırılmış halklar” kalır.

Bu sefer kandırılma sırası kimde? Gökyüzüne değil, veri merkezlerine bakarak dua eden bir nesilde mi? Yoksa ekran başında tesbih çeken ama secde etmeyen zihinlerde mi?

İkinci Lawrence vakası yaşanıyor. Görene apaçık, görmeyene tatlı bir sesin arkasına gizlenmiş bir kıyamet...