6 Ekim 2025 Pazartesi

Işığın Dönüşü: Akyamaç Destanı

Akyamaç
Akyamaç destanı



Üç tarafı göllerle çevrili, içinden Mavihan Nehri’nin mavi damar gibi aktığı, kuzeyinde Kızılpençe Dağları’nın gölgesine sığınmış bir şehir.
Sabahları buğulu bir ışıkla uyanır, akşamları suların aynasında kendi güzelliğini seyrederdi.
Taş sokakları hep serindi, her köşe başında bir dua, her avluda bir hikâye saklıydı.

Civarında dört kardeş şehir vardı:
Uz, Yesr, Lebu ve Ariler.
Bu şehirler, örf ve inanç bakımından Akyamaç’a yakındı.
Düğünleri benzer, duaları birdi.
Bu yüzden ne dışarıdan saldırı gelir, ne de içlerinde nifak yeşerirdi.
Onları güçlü kılan kılıç değil, birlikti.

Akyamaç tahtında Karahan Bey oturuyordu.
Yaşlıydı artık; gözleri uzağı seçmez, kulakları sarayın duvarları dışındaki fısıltıları duymaz olmuştu.
Ne inançla ne de örfle eskisi kadar ilgilenirdi.
Ama şehrini severdi; sokaklarda oynayan çocukların sesine gülümser, gölün kenarında balıkçılara selam ederdi.
Yine de, iyilikle dolu kalbi, zamanın ağırlığını taşıyamaz olmuştu.
Vezirleri onun yerine kararlar alır, o da çoğu kez sessiz kalırdı.

Tam da o sessizlikte serpildi Kanlıfanus.
Adı bile uğursuzdu.
Ne tam bir tarikat, ne de tam bir topluluktu — daha çok gölgelerde süzülen bir fikir gibiydi.
Görünürde karanlığa karşı olduklarını söylerlerdi ama karanlığı bizzat kendileri büyütürlerdi.

Kanlıfanus’un tek gayesi vardı:
Akyamaç’ın tahtına Çeridoğan adında genç, ateşli, halkın gözünde “adil” birini hazırlamak.
Önce Karahan’ı zayıf göstereceklerdi.
Ticaret yolları kesilecek, kervanlar engellenecek, göllerin çevresi “güvensiz” ilan edilecekti.
Halk, “Karahan devri bitti” demeye başlayacaktı.

Ve planın ikinci perdesi, sürgünle başlayacaktı.
Ama o, başka bir hikâyenin kapısını aralayacaktı…

Akyamaç halkı uzun zamandır böyle bir kış görmemişti.
Göl donmuş, nehir ağır ağır nefes alır olmuştu.
Çarşı sessizdi; eski günlerdeki gürültü, şimdi yalnızca hatıralarda yankılanıyordu.
Bu sessizlik, fırtınadan önceki sessizlikti.

Yaşlı Karahan Bey, tahtında hâlâ gururlu otururdu ama gözlerinde karanlık bir gölge belirmişti.
Vezirlerinden bazıları artık kendi aralarında fısıldaşır olmuş,
emirleri geciktiriyor, yanlış yönlendirmeler yapıyordu.
Bu fısıltıların kökü derinlerdeydi: Kanlıfanus.

Kanlıfanus’un hedefi açıktı:
Akyamaç’ın kalbine kendi adamını oturtmak,
şehrin dikkatini içe çevirip çevredeki şehirleri — Uz, Yesr, Lebu ve Ariler’i — kolay lokma haline getirmek.
Ama bu plan, doğrudan saldırıyla değil, oyunla işleyecekti.

Bu oyun için bir yüz gerekiyordu.
Halkın inandığı, masum görünen,
sözleriyle gönülleri okşayıp
düşmanlığını dua gibi gizleyebilen biri…
O kişi Çeridoğan oldu.

Başta herkes onu sevdi.
Pazar yerinde konuşur,
adalet, eşitlik, bereketten bahsederdi.
Halk “işte beklenen kurtarıcı” derken,
Karahan’ın gölgesi küçülüyor, itibarını yitiriyordu.
Bütün bunlar Kanlıfanus’un tam planladığı gibi ilerliyordu.

Bir gece, sarayın taş duvarları arasında alınan gizli bir kararla,
Çeridoğan sürgüne gönderildi.
Görünürde “devlete baş kaldırmış bir bey”di,
ama perde arkasında bu sürgün,
Kanlıfanus’un yazdığı bir tiyatro sahnesiydi.

Dağ köyüne gönderildi Çeridoğan —
kar fırtınalarının örttüğü,
kimsenin gitmediği bir yer.
Ama o yalnız kalmadı.
Yanında Kanlıfanus’un en sadık gözcüleri,
ve gizli mesajları taşıyan kervanlar vardı.

Halksa başka bir hikâyeye inanıyordu.
“Çeridoğan bize doğruları söylediği için cezalandırıldı,” dediler.
“Gerçekleri susturmak istiyorlar,” dediler.
Ve böylece,
ihanetin tohumu halkın dualarına karıştı.

Bir yıl boyunca Akyamaç,
kendi iç kavgalarıyla uğraşırken,
Kanlıfanus’un gölgesi çevredeki şehirlerin üzerine düştü.
Uz’un kapıları sessizce açıldı,
Yesr’in tarlaları yandı,
Ariler’in çocukları başka dillere uyanmaya başladı.

Akyamaç uyuyordu…
Ve o uykunun başucunda,
Çeridoğan’ın gülümseyen maskesi duruyordu.

Bir yıl geçti.
Akyamaç gölünün üzerindeki buzlar erimeye yüz tutarken,
sürgünün yankısı halkın dilinde hâlâ sıcaktı.
Çarşıdaki her ağızdan aynı söz dökülüyordu:
“Çeridoğan haksızlığa uğradı.”

Sonra bir sabah, sislerin içinden gelen bir atlı göründü.
Üzerinde sade ama heybetli bir kaftan, elinde bir asa vardı.
Köylüler, çarşı esnafı, çocuklar koştu meydanlara.
“Dönmüş! Adalet dağdan inmiş!” diye haykırdılar.

Çeridoğan, gözlerini nemli gösteren bir tebessümle halka seslendi:

> “Ben halkın evladıyım…
Bana zulmedenleri affettim,
Akyamaç’ı yeniden diriltmeye geldim.”



Bu sözler, yoksulluğun ve korkunun yorduğu kalplere ilaç gibi geldi.
Çünkü artık şehir umutla nefes almak istiyordu.

O gün, toy günü ilan edildi.
Meydanlar süslendi, göl kıyısında ateşler yakıldı,
ve Karahan Bey’in yorgun elleriyle tuttuğu asa
Çeridoğan’ın eline geçti.
Artık Akyamaç’ın Kralı Çeridoğan vardı.

İlk aylar…
her şey düzene girdi gibi göründü.
Pazarlar yeniden doldu,
uzun zamandır sessiz kalan çekiç sesleri atölyelerde yankılandı.
Saray meydanına yeni sütunlar dikildi,
ve halk “Kralımız çalışıyor” diyerek onu övdü.

Ama bu düzen,
bir bahar yağmuru gibiydi —
toprağı ıslatır ama kökleri doyurmazdı.
Ekonomi yüzeyde toparlanmış,
ama şehir altından sessizce Kanlıfanus’un ipleriyle çekiliyordu.
Vezirler değişmişti,
ama aynı gözler hâlâ aynı emirleri bekliyordu.

Akyamaç halkı içinse bunların önemi yoktu.
Uzun yıllar süren karanlıktan sonra
yeniden şarkı söyleyebiliyorlardı ya,
işte o onlara yeterdi.
Huzur geri dönmüş gibiydi —
geçici ama büyüleyici bir huzur.

O günlerde kimse fark etmedi…
Kral Çeridoğan’ın gölgesi,
sarayın mermer duvarlarında uzayıp büyüyordu.

Şehirde bir Aşk kıvılcımı

Akyamaç sabahları başkaydı.
Gölün üzerinden kalkan ince sis, çarşının taş döşeli sokaklarına süzülür,
dükkanların önüne yeni bir günün yorgun nefesini bırakırdı.
Demircinin örs sesi, uzaktan gelen taze ekmek kokusuna karışır;
herkes kendi işine, kendi derdine yönelirdi.

O sabah, Feyzar dükkânında bir yelpazeyi onarıyordu.
Ahşap sapın çatlağını sabırla zımparalıyor,
tel kanatları yerine oturturken arada kendi kendine mırıldanıyordu.
Onun elleri bu işi severdi —
her darbede biraz emek, biraz sabır gizliydi.

Tam o sırada yan dükkândan bir ses duyuldu.
Yaşlı Fatma Bacı, her zamanki gibi sabah düzenini yapıyor,
şallarını tek tek katlıyordu.
Ama bu kez yanında biri vardı —
gölgesinden bile belli oluyordu, gençti, dinçti.

Feyzar, başını kaldırıp kapı aralığından baktı.
Selvi boylu, düzgün bakışlı bir kız tezgâhın arkasında annesine yardım ediyordu.
Kumaşın üzerine eğildiğinde güneş ışığı saçlarına vurdu;
parlak, ama yakıcı değil — sanki Akyamaç’ın sabahını anlatan bir ışıktı o.

“Herhalde Fatma Bacı’nın kızı...” diye geçirdi içinden.
Sonra hemen toparlandı, kendi kendine kızar gibi mırıldandı:

> “Olmaz, komşudur... insan komşunun kızına öyle bakmaz.”

Ama yine de elindeki yelpazenin sapını yamulttuğunu fark etti.
Gülüp başını iki yana salladı,
ve işe geri döndü.

O sabah hiçbir şey olmamış gibiydi,
ama bir şey değişmişti.
Çarşı aynıydı, göl aynıydı,
ama rüzgâr, Feyzar’ın dükkanının perdesini biraz daha farklı savuruyordu.


Artık İslinur her gün dükkândaydı.
Annesi Fatma Bacı’nın elinden işleri yavaş yavaş devralıyor,
şalları katlıyor, ipekleri seriyor,
rüzgârın tozunu bile incitmeden süpürüyordu.

Feyzar’ın içinde ise tarif edemediği bir tıktırtı vardı.
Sanki kalbinin içinde küçük bir çark dönüyor,
her döndüğünde göğsünde ince bir yankı bırakıyordu.
Gözleri, aklını dinlemeyi çoktan bırakmıştı.
İslinur tezgâhın arkasında eğilse, gözleri onu bulurdu.
Kervandan mal indirirken,
şalı omzuna atarken,
ya da sadece göl rüzgârını dinlerken...
Feyzar’ın bakışları hep oradaydı.

Ne kadar dirense de faydasızdı.
Çünkü gözleri artık emri kalpten alıyordu.

Kendi kendine mırıldandı:

> “Çok şükür, baktığımı fark etmiyor...
yoksa ayıp olurdu.”

Oysa bilmiyordu ki...
Kadınlar bakmadan da görürler.
Göz değil, gönül görür bazen —
ve İslinur’un gönlü, çoktan bir fısıltıyı duymaya başlamıştı.

Bir gün,
İslinur dükkânda şalları düzeltirken,
Feyzar yine “fark etmez nasılsa” diyerek gözlerini ona çevirmişti.
Oysa o bakış, bu kez fazla uzun kalmıştı…

Ve bir anda,
İslinur’un bakışlarıyla çakıştı.
Zaman dondu.
Sanki çarşıdaki bütün sesler, örs vuruşları, rüzgâr uğultusu bir anda sustu.
Feyzar nefes almayı unuttu.
Kalbi, göğsünde bir kuş gibi çırpındı ama dışarı çıkamadı.

İslinur bakışını çekmedi.
Bir müddet öylece durdu — ne sinirliydi ne de şaşkındı.
Sonra yavaşça,
hiç beklenmedik bir hareketle Feyzar’a tükürdü.

O an Feyzar’ın içinden bir sıcaklık geçti —
utanma, ezilme, yakalanmışlık ve garip bir ferahlık karışımı bir duygu.
Yerin dibine geçmek istiyordu,
ama tam o anda…
İslinur’un dudaklarında ince bir tebessüm belirdi.

O tebessüm, Feyzar’ın aklını kararttı.
Ne utancı kaldı, ne sözü.
Kalbi öyle hızlı atıyordu ki,
kendi bedenine sığmadı sanki.
Heyecan ve mutluluğun şokuyla sarhoş olmuştu.



Çeridoğan, göz boyayan vaatleriyle Akyamaç’ın aklını çelmiş, onu rüyalarla sarhoş etmişti.
Şehirde umut kokan bir sessizlik hâkimdi… ta ki o sabah uyanana dek.
Güneş daha doğmamıştı, ama dumanlar doğudan yükseliyordu.
Uz şehri saldırıya uğramış, surların taşları bile acıyla inliyordu.
Sokaklar karışmış, nal sesleri yürekleri ezmişti.
Akyamaç, olan bitene inanamaz haldeydi. Dün sarhoştu, bugün ayılmanın en acı hâlini yaşıyordu.

Akyamaç hüzün içindeydi.
Birileri sessizce ağlıyor, birileri taş kesilmiş gibi yere bakıyordu.
Şehrin üstüne çöken sessizlik, ölülerin bile uykusunu bozacak cinstendi.

O sırada Çeridoğan kalabalığın önüne çıktı.
Yüzüne sahte bir hüzün maskesi takmış, sesini kalabalığa duyuracak kadar yükseltti:
“Ey kardeşlerim! Bu gün kardeşlerimiz saldırıya uğramış, Uz şehri düşmüştür!
Ama unutmayın; onların intikamı alınacak, adalet yerini bulacaktır!”

Meydanda bir uğultu yayıldı, umut yeniden kıvılcım gibi canlandı.
Kadınlar dualar etti, erkekler yumruklarını sıktı.
Kimse bilmiyordu ki,
o kalabalığa sahte gözyaşlarıyla seslenen Çeridoğan,
Uz’un katillerinden biriydi.


Sırada Yesr şehri vardı.
Ama batı sınırında, Lebu şehrinin kralı Ammar, sabırsız ve ateşliydi.
“Uz’lu kardeşlerimizin intikamını almalıyız! Durmak hatadır!” diye haykırıyordu.
Bu taşkınlık, Kanlıfanus’un planlarını zora sokuyordu.
Çünkü Lebu’ya doğrudan saldırmak, halkın gözünde ihaneti açık ederdi.

O yüzden başka bir yol seçtiler.
Bir iç savaş planlandı.
Casuslar şehre sızdı, fısıltılar yayıldı:
“Kral Ammar, beytülmalı boşalttı, halkın malını kendine aldı!”
Bu yalan, karanlık bir yangın gibi şehrin sokaklarında büyüdü.

Ve bir gün…
Güney pazarında biri, kalabalığın içinde haykırdı:
“Ammar artık tahtta olamaz!”

O ses yükselir yükselmez, Kanlıfanus’un gizli elleri harekete geçti.
Oklar fırladı.
Bağıran kişi oracıkta can verdi.
Cinayet, Ammar’ın üstüne yıkıldı.

Bir zamanlar halkının yüreğinde taht kuran Ammar,
şimdi o halkın hedefiydi.
Taşlar yağdı üstüne.
Kendi şehrinin taşları, kendi halkının elleriyle ölümünü mühürledi.

Ammar, Akyamaç’ın dostuydu;
darlıkta onlara hububat yollar, yoklukta el uzatırdı.
Ama o da gitti.
Ve Lebu şehri, iç savaşın ateşiyle paramparça oldu.

Akyamaç’ta kimileri gözyaşı dökerken,
kimileri iftiranın esiri olup sessizce alkış tuttu.

Feyzar ve islinur

Feyzar ile İslinur’un arasındaki o sessiz yangın,
her geçen gün biraz daha büyüyordu.
Artık bakışlar kelimelerin yerini almış,
her göz göze geliş bir sır, bir itiraf taşır olmuştu.

Feyzar’ın elleri ahşap yelpazelerin kenarlarını işlerken,
aklı hep İslinur’un yüzünde,
yüreği ise bir başka ağırlığın pençesindeydi.

İçinde kemiren bir düşünce vardı:
“Neden Çeridoğan tahta geçtiğinden beri şehirler birer birer düşüyor?”
Bu soru beyninde dönüp duruyor, geceleri uykularını kaçırıyordu.

İslinur ise, onun gözlerindeki gölgeyi fark ediyordu.
O derin, uzak bakışların ardında bir huzursuzluk vardı.
Kadın sezgisiyle hissediyordu;
Feyzar sadece kendisini değil,
bütün Akyamaç’ın geleceğini de düşünüyordu.


Ve yine o sabah, Çeridoğan meydana çıktı.
Kalabalığın uğultusu bir dalga gibi kesildi.
Sahte bir hüzünle sesini yükseltti:

> “Ammar kardeşimizin başına gelenler elbette hepimizi üzmüştür.
Lâkin o da bu hatayı yapmamalıydı...
Kim devletin malına el uzatırsa sonu böyledir!”



Bu sözlerle halkın kalbine fitne tohumları ekti.
Ama o an, Feyzar’ın kalbine bir bıçak saplanmış gibiydi.
İlk kez, Çeridoğan’ın yüzündeki sahte nurun altındaki karanlığı sezdi.

Kral devam etti,
vaatlerini bir kılıç gibi sallayarak:

> “Kendi kılıcımızı, kendi mancınığımızı biz üreteceğiz!
Kirli ellerin buna engel olmasına izin vermeyeceğiz!”


Kalabalık alkışlarla dağıldı.
Lâkin Feyzar meydanın ortasında kala kaldı.
Gözleri, meydandaki eski taş çeşmede donup kaldı;
suyun akışı sanki içindeki karmaşayı anlatıyordu.

Bir köşede İslinur, sessizce onu izliyordu.
Kadınca bir sezgiyle,
onun yüreğinde fırtınalar estiğini hissediyordu.

Bir müddet sonra Feyzar, adımlarını göl kenarına sürükledi.
Sular durgundu, ama içinde bir çağlayan kopuyordu.
Gözlerini göle dikti, uzun uzun düşündü:
“Neler oluyor? Bu işte bir terslik var…”

İşte o anda, arkasından bir ses değil,
bir nefes gibi bir varlık duydu.
Arkasına döndü — İslinur oradaydı.

Bir süre sessizce birbirlerine baktılar.
Sanki bin yıllık bir özlemin iki ucu,
nihayet aynı çizgide buluşmuştu.

Hiçbir şey demediler.
Söz, o anın yükünü taşıyamazdı zaten.
Ve sonra…
birbirlerine yaklaşıp sarıldılar.
Ne nefes vardı aralarında, ne kuşku…
O sarılma uzun sürdü;
belki bir hayat, belki de bir vedaydı.

Bir müddet sonra o uzun sarılma yavaşça çözüldü,
ama eller hâlâ birbirine kenetliydi.
İkisinin de nefesi birbirine karışıyor,
sanki kalpler aynı ritimde çarpıyordu.

İslinur, Feyzar’ın yüzüne baktı.
Gözlerinde hem yorgunluk hem öfke vardı,
ama bir de içten yanmayı anlatan derin bir sessizlik.

Sessizliği bozan ilk o oldu:

> “Nedir bu gözlerindeki yorgun öfke, Feyzar?”


Feyzar, gözlerini gölden ayırmadan kısık bir sesle mırıldandı:

> “Bala karışmış zehir, selvi boylum...”

İslinur’un kalbi o anda dondu.
Ne dediğini anladı.
Çünkü o da biliyordu:
Çeridoğan’ın sözleri bal gibi görünse de, özü zehirdi.

Bir rüzgâr esti; gölün yüzü titredi,
sanki tabiat bile bu sözden ürkmüştü.
Ve o anda İslinur’un içine de bir endişe düştü.
Korkunun adı yoktu, ama yönü belliydi.
Bir şeylerin hızla kötüye gittiğini ikisi de artık seziyordu.

O gün, Akyamaç’ın sokaklarında tuhaf bir sessizlik vardı.
Nehir’in suları bile ağır akıyordu sanki;
çünkü kanlı plan nihayet işlemeye başlamıştı.

Çeridoğan’a bir haber sızdırılmıştı:
sözde, ona karşı bir kalkışma olacaktı.
Halk bu defa temkinliydi —
ya da öyle sandı.

Gecenin bir vakti, Kanlıfanus’un fedaileri şehre girdi.
Yüzleri örtülüydü, üzerlerindeki kıyafetler kasıtlı olarak dikkat çekiciydi;
ama adımları kurnazdı,
çünkü maksat gizlenmek değil, gizliymiş gibi görünmekti.

Bu adamlardan bazıları, Akyamaç’ın sadık vezirlerinin evlerine yöneldi.
Bir gören olacak kadar açık,
ama yakalanmayacak kadar gizli bir oyunla içeri girdiler.

Ve oraya, kimsenin fark etmeyeceğini umdukları ama elbette bulunacak şekilde,
parşömenler bıraktılar.
Bu parşömenlerde Kanlıfanus’un alameti vardı;
üzerine, sanki sadık vezirlere yazılmış gibi dizilmiş cümleler:

> “Hazır olun. Kral Çeridoğan bu gece ortadan kaldırılacak.”

Her şey hesaplıydı.
Her detay birer tuzaktı.

Sabah olduğunda, planın ikinci perdesi açıldı.
Aynı maskeli fedailer bu kez meydan civarına sızdı,
ve Çeridoğan’a saldırı düzenledi.
Ama bu saldırı, bir tiyatrodan farksızdı.
Çeridoğan’ın korumaları onları anında öldürdü.

Kan aktı, bağrışmalar duyuldu.
Halk meydanı doldurdu, kargaşa büyüdü.
Ve o hengâmede Çeridoğan, sahte bir şaşkınlıkla haykırdı:

> “Kim bunlar! Kim gönderdi bu hainleri?
Kralınıza kastedenlerin kökü kazınsın!”

Sonra sessizce arkasını döndü —
ve kimsenin göremediği bir tebessüm etti.

Plan kusursuz işliyordu.

Bir-iki gün sonra, biri çıktı ortaya.

> “Ben o saldırganlardan birini, falan vezirin evine girip çıkarken gördüm,” dedi.
Ve ardından bir diğeri, sonra bir başkası...
Her sadık vezirin kapısına bir tanık iliştirildi.


Artık çamur atılmıştı.
ve sadık vezirler kirletilmişti.

Ve Çeridoğan, görünürde öfkeli,
ama içten içe keyifle izliyordu bu çürümeyi.
Çünkü biliyordu;
Akyamaç artık onun elindeydi,
tıpkı bir kuşun ipi elinde olan çocuk gibi.

Sadık vezirlerin evleri, sabahın ilk ışıklarıyla baskına uğradı.
Kapılar kırıldı, aramalar yapıldı.
Ve her birinde, sanki tek elden yerleştirilmiş gibi,
Kanlıfanus’un alametini taşıyan parşömenler bulundu.

Üzerlerinde tanıdık o mühür:
Kırmızı balmumuna gömülmüş bir damla kan.
Altında yazılı satırlar:

> “Zaman geldi. Kral yok edilecek.”

Plan tıkır tıkır işliyordu.

Vezirler zincirler içinde meydana getirildi.
Kalabalığın uğultusu yükseldi,
merak, öfke ve korku birbirine karıştı.

Çeridoğan, sahnenin tam ortasında durdu;
sesi meydanı yankıladı:

> “Akyamaç size ne yaptı da ihanet ettiniz!
Size makam, şeref, rızık verdi bu şehir!
Siz ise bu nimeti kana buladınız!”


Uğultu büyüdü, halk bağırmaya başladı.
Kimse vezirlerin sözünü duymadı.
Onlar “Biz masumuz!” diye haykırdılar,
ama sesleri öfke selinde boğuldu.

Birer birer darağacına çıkarıldılar.
Kuşlar bile sessizdi o sabah.
Son nefesleriyle göğe baktılar,
ama gök bile sırtını dönmüştü artık.

Ve o gün, Akyamaç’ın meydanında ipler çekildi.
Adalet öldü, alkışlar yükseldi.

Halk kurtuluş sevinciyle bağırıyordu,
esarete doğru yürüdüklerini bilmeden...

Feyzar bu işten endişeliydi.
Olan biten şeyler, görünürde doğal olsa da, içinde bir yerlerde tuhaf bir uğultu vardı.
"Bu kadar da tesadüf olur mu?" diye geçiriyordu bazen içinden.
Ama sonra kendi kendine, "Belki de ben kuruntu yapıyorumdur," diyordu sessizce.

Ne zaman bu olaylar aklına gelse, kalbini sıkıştıran bir sancı dolaşıyordu içinde.
Göğsüne çöken bu ağırlığı hafifletmenin tek bir yolu vardı: İslinur’u düşünmek.
O düşünce bile yüzüne bir nebze huzur serpiyordu.

Çünkü İslinur’un bakışları, karanlığın ortasında yanan bir kandil gibiydi —
Feyzar için şifaydı o bakışlar.

Bir gün, Feyzar artık bu düşüncelerden uzaklaşması gerektiğine karar verdi.
Zihni savaş meydanı gibiydi — her köşesinde bir şüphe, bir ses, bir anı yankılanıyordu.
Derin bir nefes aldı, gözleri dalgınca köyün kıyısına çevrildi.
O anda aklına İslinur geldi.

Evlerinin önünden geçerken onu, annesinin yanında otururken gördü.
Yalnızca bir bakışla, göl kenarını işaret etti — fazla söze gerek yoktu.
İslinur da başını usulca salladı, o sessiz anlaşmanın anlamını ikisi de biliyordu.

Feyzar önce çarşıya uğradı,
İslinur’un en sevdiği o ekmek arası kebdi — ciğer kebabını aldı,
ve göl kenarına doğru yürüdü.

Sular dingindi, rüzgâr hafifti,
ve gün batımı, gölün üstüne yorgun bir sessizlik seriyordu.
Bir müddet orada, olanları unutup sadece İslinur’la zaman geçirdiler.
O an, ne ihanet vardı ne de endişe…
Sadece huzur —
ve birbirini anlayan iki kalp.


İslinur, Feyzar’ın göğsüne yaslandı.
Kalp atışlarını duyuyordu, ritmik ve güven vericiydi.
Bir an sustu, sonra bir latifeyle fısıldadı:

— “Kalbini duyuyorum ama ne dediğini anlamıyorum…”

Feyzar gülümsedi, gözlerini gökyüzüne kaldırıp cevap verdi:

— “Kalbim her atışta İsli, İsli diyor.”

O anda zaman durdu sanki.
Göl sessizdi, rüzgâr hafifti, ve dünya onların etrafında dönüyordu sadece.
Artık ikisi de çok mutluydu.

Bu mutluluk bir yıla yakın sürdü.
Ama her güzel günün ardında gizli bir gölge vardır ya...
Ufukta karanlıklar beliriyordu.
Ve o karanlık, yalnız onların değil,
tüm şehrin — hatta başka şehirlerin de üzerine çökecekti.

Veba hastalığı.
Ama bu, sıradan bir veba değildi…
Kokusu bile sahteydi.
Zira bu kez ölüm, Kanlı Fanus’un oyunlarıyla karışmıştı.


Kanlı Fanusun Gölgesi — Tabiplerin Düşüşü

Veba söylentileri yayılmadan önce, Kanlıfanus’un planı hazırdı:
Halka hastalık korkusunu sindirmek için önce şifacıları, yani gerçeğin sesini susturmalıydı.
Bu işi de Çeridoğan’ın elleriyle yapacaktı.
Akyamaç’ta dört tabip vardı; her biri bilgili, merhametli ve halkın sevgilisiydi.
Ama o kıştan itibaren kaderin dili değişti…
Ve her ay bir yıldız kayar gibi bir tabip eksildi şehirden.



Birinci Ay – Tabip Ramiz’in Sessiz Düşüşü

Ramiz, dağların eteklerinde şifalı ot ararken ayağı kaymış, uçurumun dibinde cansız bulunmuştu.
Yanında sepeti, içinde yarısı dökülmüş dağ kekiği…
Halk, “zavallı Ramiz, tek başına dağa gitmeseydi” diyerek üzüldü.
Kimse bunun bir başlangıç olduğunu fark etmedi.


İkinci Ay – Harun’un Evinin Çöküşü

Bir ay sonra sabah ezanıyla birlikte şehir sarsıldı.
Tabip Harun’un evi yerle bir olmuştu.
Duvar taşları sanki içten patlamış gibiydi.
Komşular sabah kapılarını çaldığında cevap alamadı,
içeri girdiklerinde Harun ve eşi toprağın altında kalmıştı.
Halk, “toprak doymak ister” dedi.
Ama o toprak doymak değil, susturmak istiyordu.



Üçüncü Ay – Selim’in Dönmeyen Yolu

Selim, şifalı ot temin etmek için kuzeydeki Pürdağ’a gitmişti.
Yanında küçük bir kervan vardı.
Gidiş vardı ama dönüş yoktu.
Ne kendisi ne de eşyaları bulundu.
Bir süre sonra söylentiler yayıldı: “Belki de yaban hayvanları saldırdı.”
Ama bilenler sustu, duyanlar unuttu.
Üçüncü ay da böyle geçti, bir eksikle.


Dördüncü Ay – Murat’ın Sessiz Ölümü

Son tabip Murat, bir gece ansızın fenalaştı.
Sabaha kadar ateşler içinde yandı.
Hiçbir ilaç fayda etmedi.
Ertesi gün defin edildi, kimse nedenini sormadı.
Ve şehir artık dört tabibinden de yoksundu.


Artık şehrin şifalı elleri yoktu.
Herkes tabiplerin ölümü üzerine konuşuyordu; kimileri kader, kimileri ecel diyordu.
Ama Feyzar susamıyordu.

Bir anda kalabalığın ortasında patladı:
“Siz aklınızı mı yitirdiniz!” diye bağırdı, sesi meydanı inletti.

Birileri şaşkınlıkla dönüp baktı:
“Ne oldu sana Feyzar, ne bu hâlin?”

Feyzar dişlerini sıkarak konuştu:
“Tabiplerin sırayla ölümü sizce doğal mı?”

Halktan biri hemen karşılık verdi:
“Yoksa kaderden mi şüphe ediyorsun, Feyzar? Sen de mi inanmaz oldun?”

Feyzar’ın gözleri ateş gibi parladı:
“Kadere inanıyorum… ama nifaka inanmıyorum!”

Bir uğultu yayıldı kalabalığın arasında.
Biri öne çıktı: “O da ne demek şimdi?”
Bir diğeri elini salladı: “Tabipleri kim kastedebilir ki? Sen meczup olmuşsun Feyzar!”

Feyzar bir an sustu, sonra alçak sesle mırıldandı:
“Kalpler kör olmuşsa, gözler neye yarar…”

Ve kimseye bakmadan, ağır adımlarla kendi dükkânına doğru yürüdü.
Arkasından fısıldaşmalar, alaycı kahkahalar, korkuyla karışık meraklar kaldı.

Az sonra tellalların zilleri çalmaya başladı:
“Ey ahali! Ey ahali! Kralımız sizi meydana çağırır!”

Şehir bir kez daha toplanır.
Halk yorgun, suskun, umutla korku arasında bekler.

Kral, ağır adımlarla kürsüye çıkar, yüzü solgundur.
Derin bir nefes alır ve gür sesi yankılanır:

> “Ey halkım! Tabiplerimizin ölümü hepimizi derinden üzmüştür.
Fakat içiniz rahat olsun… Size dışarıdan en iyi tabipleri getirmek boynumun borcudur.”



Kalabalıktan birkaç kişi alkışlar, kimileri başını eğer.
Ama Feyzar sessizce kalabalığın arasında durur.


Sinsi Planın Tamamlanışı

Sinsi plan artık tamamdı; Kanlıfanus’un tabipleri tek tek Akyamaç’a doluşmaya başladı.
Gelenler bilge yüzlü, elleri tertemizdi; halk onları bir umut gibi karşıladı.
Günlerden birinde sahte bir ulak geldi; Çunga şehrinde veba kasıp kavurduğu haberiyle.
Korku kalplere düştü; dudağa ilk titreme yerleşti.

Yeni tabiplerden İzyad işe koyuldu.
Sessiz, ölçülü adımlarla su kuyularına yakın bir köşe seçti; geceleyin karanlık bir çuvala elindeki iksiri döktü.
O iksir gerçekte öldürücü değildi — fakat taktika buydu: suyu içenlerin vücudunda geçici, ürkütücü sivilceler belirecekti.
Gözle görülür, dokunulur ama ölümcül olmayan bir işaret… halkın zihnini kaplayacak bir korku nişanesi.

Birkaç gün sonra ikinci bir ulak daha geldi; yüzü gölgeli, sözü kesikti.
“Veba belirtileri… vücutta sivilceler,” dedi; herkes birbirine baktı, fısıltılar yükseldi.
İşte tam da aranan etki doğdu: korku, yayılmaya başladı; insanlar ellerini yıkamaya, kapılarına kilit vurmaya başladılar.

Planın amacına uygundu: insanları ürküt, sonra şifâyı parayla sat.
Çünkü Kanlıfanus daha fazlasını göze alamazdı — gerçek veba tehlikesi kendi saflarını da yıpratırdı.
Bu yumuşak, korkutucu tiyatro onlara yeterliydi: hem insanları köşeye sıkıştıracak, hem de keselerini hafifletecekti.

Akyamaç, bilinçli bir uykuya daha yakınlaşıyordu — gözler kapalı, eller açılmıştı; fakat bazı gönüller hâlâ uyanık kaldı.
Aradan iki üç gün geçti.
Sabahın ilk ışıkları sokaklara düşerken, insanlar aynaların önüne akın etti.
Kimisi yüzünü kaşıdı, kimisi kolunu; bazı bedenlerde küçük sivilceler belirmişti.
Şehir önce uyanmış, sonra hafif bir çığlıkla irkilmişti.

Korku, dar sokakları hızla sardı.
İlk anlarda merak vardı; sonra telaş; en sonunda da panik.
Sivilceleri görenler, soluğu yeni tabiplerin kapısında aldı.
Tabiplerin yüzleri örtülüydü; gözlerinden yalnızca ciddiyet okunuyordu.
“Fazla yaklaşmayın birbirinize,” diyor, “izolasyon lâzım,” diye sesleniyorlardı.

İşte o anda Akyamaç, Kanlıfanus’un kanlı ellerine düştü.
Çünkü korku gölgesinde insanlar kimi kimseye daha kolay teslim oldu.

Tabipler, ilaç niyetiyle hazırladıkları şişeleri dağıtmaya başladılar.
Bazılarına berrak su karışımı verildi; buna “ilaç” dediler.
Bazılarına ise reçetesiz, gizli formüller sundular — o şişelerin içinde gerçekten tehlikeli bileşenler vardı; fakat görünüşte basit bir merhem ya da şurup gibiydiler.

Planın ince noktası buradaydı: herkes ölmemeliydi.
Bir kısmı kurtulacak, şifaya kavuşacak gibi görünecek; böylece oyun sürmeye devam edecekti.
Bazılarıysa—ne yazık ki—zehrin etkisini taşıyacak, düşecek, halk daha çok korkacak, parasıyla çaresizliği satın alacaktı.

Artık ölümler başlamıştı.
 yakılan ağıtlar göğe yükseliyor; evlerin pencerelerinden kara bulutlar gibi yayılıyordu.
Nadir de olsa bazıları kurtuluyordu, ama ölümler çoktu ve şehir karanlığa gömülmüştü.

Feyzar’ın en yakın dostu İyad da vücudunda sivilceler belirmişti.
Feyzar, tabiplere gitmesine müsaade etmedi.

“Ey dostum,” dedi İyad, “ölmemi mi istiyorsun?”

Feyzar, gözlerinde hem endişe hem kararlılıkla cevap verdi:
“Bilakis, yaşamanı istiyorum.”

İyad şaşkındı:
“Nasıl oluyor bu?”

“Etrafında dönen oyunları görmüyor musun?” diye fısıldadı Feyzar.

“Feyzar… bırak beni tabiplere gideyim, sende benden uzaklaş, bulaşmasın,” dedi İyad.

Feyzar, İyad’a dokundu ve onu sımsıkı sarıldı:
“Anlamadın mı? Bu bir oyun… hem tabiplerin hem de tepede olanların oyunu.”

İyad biraz durdu, gözleri karışık bir şüpheyle bakarken:
“Yani bu… bir oyun mu?”

“Tabii ki,” dedi Feyzar, tebessüm ederek güven verdi.

İyad yavaş yavaş sakinleşti, ama içindeki endişe kaybolmuyordu; bekleyiş hâlâ ağır bir gölge gibiydi.
Feyzar ise başından ayrılmıyor, sürekli tebessümüyle ona güven veriyordu.

Sabah olduğunda, mucize gibi, İyad’ın vücudundaki sivilceler iyileşmişti.
Feyzar ise hiçbir şekilde etkilenmemişti.

Artık Feyzarı anlayan bir kişi dava var.

Feyzar, dostu İyad’la ilgilenirken bir şeyi unutmuştu: İslinur…
Hemen aklına geldi ve fırladı dışarı.
Koşar adımlarla İslinur’un evinin önünden geçti; kapılar kapalıydı ve endişesi arttı.

Bir taşın üzerine oturur oturmaz, İslinur annesiyle birlikte eve doğru geliyordu.
Annesi Fatma Bacı, Feyzar’ı görünce tatlı ama yorgun bir sesle seslendi:
“İçeri buyur, benim vefalı komşum… evladım, içeri gel.”

Feyzar, hafifçe gülümseyerek karşılık verdi:
“Sizi merak etmiştim, Fatma Teyze.
Evladım, gördüğün gibi vebaya tutuldum… elden ne gelir ki.”

Bir müddet sessizlik oldu. Feyzar, müsade alıp şifa dilekleriyle kalktı.
İslinur, onu kapıya kadar uğratma bahanesiyle peşinden geldi.

Tam Feyzar çıkacakken, İslinur kolundan tuttu ve hafifçe dedi:
“Bana bir şey diyecek gibisin, ey gözümün nuru.”

Feyzar başını salladı: “Evet.”

“Umarım tabibe gitmediniz?” diye sordu İslinur.
“Gittik,” dedi Feyzar.

“Umarım ilaç almadınız?”
“Evet aldık… ve annem içti,” diye yanıtladı İslinur.

Feyzar hafifçe döndü, sessizce mırıldandı:
“Yetişemedim…”

İslinur annesinin duymasını istemiş gibi kısık bir sesle, “Feyzar… dur,” desede, Feyzar sessizce çıkıp uzaklaştı.
Feyzar dışarı çıkmıştı ama kalbi hâlâ İslinur’daydı.
Evine varmadan tekrar geri döndü, kapısına geldi, sonra yeniden evine dönüp ne yapacağını bilemedi.
En sonunda dayanamayarak evine gidip sabahı bekledi.

Sabah olduğunda, İslinur’un evine gitti.
Bu sefer İslinur avluda oturuyordu; annesi görmesin diye gizli bir köşede ağlıyordu.
Feyzar avluya girdiği gibi İslinur boynuna sarıldı. Bu sarılma bir müddet devam etti.

İslinur sonunda:
“Annem… nasıl olacak Feyzarım?” diye fısıldadı.
Feyzar sessizce sordu:
“Şu an durumu nasıl?”
İslinur yanıtladı:
“Gittikçe kötüleşiyor…”

Feyzar içeri girdi ve içten olmasa da hafif bir tebessümle sordu:
“Fatma Teyze, nasılsınız? Bir isteğiniz var mı?”

Fatma Bacı bir müddet sessiz kaldı, sonra yavaşça dedi:
“Evladım, komşu komşuya emanettir.”

Feyzar, neyin ona emanet edildiğini o an anladı.
Bir müddet sonra sessizce çıktı ve evine döndü.
Ama uyku tutmuyordu.

Sabaha karşı, İslinur’un ağıt dolu çığlığını duydu.
Fatma Bacı… kanlı ellerin maktulü olmuştu.

Feyzar’ın dilinden döküldü:
“Ne feryad edersin ey nuru İsli
Feyzar bi çaredir, akkılar paslı,
Şeytanlar düğünde, Akyamaç yaslı.
Kelamı duyulmaz, Feyzar neylesin?”

Çıkıp İslinur’un kapısına gitti.
İslinur avluda ağlıyordu; kadınlar avluyu doldurmuştu elleri ve yüzleri örtülü, veba korkusuyla .

Feyzar, İslinur’a yaklaşamadı, onu teselli edemedi.

Günler geçti, taziye ve yas bitip sessizlik çöktü.
Feyzar göl kenarında beklerken, İslinur geldi.
Sessizce Feyzar’a sarıldı ve saatlerce ağladı.

“Feyzarım, neden böyle oldu?” diye haykırdı,
“Neden yalnız kaldım, söyle Feyzarım?”

Feyzar, nazikçe İslinur’un saçını okşadı ve teselli etmeye çalıştı:
“Ecele çare yoktur, selvi boylum…”

Bu veba çalkantısında, insanlar can havlindeyken Yesr şehri önce iç savaşla, sonra istilayla düşer.
Feyzar’ı anlayanlar az da olsa çoğalmıştı, ama şeytanın ağı şehrin dört bir yanını sardı.

Ve hâlâ, Çeridoğan’ı halis sananlar çoğunluktaydı.
Artık hürriyet mümkün müydü?
Belki, ama bedeli çok ağır olacaktı.

Feyzar, bu sıkıntıdan sonra seyahat etmeye karar verdi ve İslinur’dan müsaade istedi.

İslinur, yumuşak bir sesle:
“Çık Feyzarım, seyahat et, sıhhat bul,” dedi.

Ertesi sabah Feyzar kalktı ve İslinur’a uzun bir sarılmadan sonra yola revan oldu.
Seyahati dört ay sürdü ve artık dönüş yolundaydı.

Nihayet şehre vardı, ama İslinur’u görmeden eve gitmedi.
Yolunu İslinur’un sokağından geçirdi, gözleri kapıdaydı; heyecanlıydı.

Tam o sırada başı kara sularla doldu: kapıda örümcek ağı vardı.
Demek ki ev terkedilmişti.

Eve girdi ama ne dinlenebildi ne de uyuyabildi.
Sabah oldu, dükkanını açtı ve bekledi; ama İslinur’un dükkanını başka bir kız açmıştı.
Kız, Feyzar’ı tanıyor, ama o kızı tanımıyordu.

“Feyzar usta, duydum ki seyahatteymişsiniz,” dedi kız.
Feyzar: “Evet,” der, “ama seni tanıyamadım.”
Kız: “Ben keçecinin kızıyım.”

Feyzar sorar: “İslinur nerede?”
Kız, sessiz bir hüzünle:
“Feyzar usta, senden sonra çok şey değişti. İslinur Borludağ şehrindeki abileriyle gitti. Dükkanı bize sattılar, onuda alıp gittiler.”

Feyzar dondu; bu donma uzun sürdü.
Kız “Feyzar usta” desede onu duymuyordu.
Bir müddet sonra toparlandı ve sordu:
“Ne zaman gittiler?”

Kız: “Sen seyahate çıktıktan kısa bir süre sonra.”
Ve elini uzattı:
“Al bunlar senin, İslinur bıraktı.”

Feyzar elini uzatıp aldı: bir mendil, bir şal ve İslinur’un gerdanlığı.
Feyzar tutup kokladı bir müddet, gözleri hüzün ve özlemle doldu.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı.
Akyamaç ve kardeş şehirler, her şeylerini kaybetmişti.
Feyzar ise… İslinur’unu.

Ama insan bazen, her şeyini yitirince uyanır.
Belki de hakikatin sesi, kaybın sessizliğinde yankılanır.

Artık insanlar korkusuzca haykırıyorlardı gerçekleri.
Zaman ilerledikçe, Feyzar gibi düşünenler çoğaldı.
Ve “kanlı fanusun” ağı, ağır bedellerle de olsa çözülmeye başladı.

Derken bir sabah, Feyzar dükkanını açtığında
komşu dükkanda İslinur’u gördü.
Gözleri Feyzar’ı bekliyordu.

Bir an… Feyzar düşündü:
“Rüya mı bu, gerçek mi?”

İslinur koşup boynuna sarıldı;
ikisi de mutluluktan uçuyordu.
Sessizliklerinde bile kalplerin sesi duyuluyordu.

Bir müddet sonra Feyzar sordu:
“Nasıl oldu bu, İslinur’um?”

İslinur anlattı:

> “Abilerim geldi, dükkanı satmak istediler. Ben karşı çıktım, ama ısrar ettiler.
O zaman keçeci amcama gittim. Altınlarımı verdim,
ve dedim ki:
‘Ben dönene kadar dükkan sana emanet,
ama kimse bilmesin benim olduğunu.’
Keçeci amca tebessüm etti:
‘Tabi kızım,’ dedi, ‘sen bizim evladımızsın.’
Böylece dükkanı aldı, kimseye bir şey söylemedi.
Ben de zamanı bekledim…”

Feyzar merakla sordu:
“Peki, nasıl döndün İslinur’um?”

İslinur gözlerini uzaklara dikip anlatmaya başladı:

> “Bir akşam, bir köşede oturuyordum. İçimde derin bir sızı, bir yalnızlık vardı.
Ağabeyim geldi, yüzüme baktı ve sordu:
— Neyin var bacım, neden böyle dalgınsın?

Ben de dedim ki:
— Annemi hayattayken komşu bilmediniz, öldüğünde de mezarını ziyaretsiz bıraktınız.

Ağabeyim bir şey demedi, dönüp gitti.
Ben de içimden dedim ki, ‘işte yine sessizlik, yine uzaklık…’


Sabah olduğunda dışarı çıktım.
Bir baktım, yükler hazırlanmış, eşyalar bağlanmış,
ve ağabeyim başlarında durmuş.

> — Ne oluyor ağabeyim, dedim.

Ağabeyim gülümsedi, gözleri dolmuştu.
— Yürü bacım, ana diyarına, dedi.

Ve işte böyle geldik, Feyzar’ım.
Yol boyunca içimde bir his vardı:
‘Bir şey tamamlanacak… bir şey eksiksiz olacak.’”


İslinur’un sesi titredi, gözlerinden yaş süzüldü.
Feyzar elini uzattı, avuç içiyle o yaşı sildi.
Ve ikisi de biliyordu artık:
Fanusun ötesine geçmenin bedeli ödenmişti.



Ve artık mutluluklar, yavaş yavaş Akyamaç’a dönmeye başlamıştı.
Kuşlar yeniden ötmeye, pazar yerinde çocuk sesleri duyulmaya başladı.
Sular berrak, gök açık, gönüller umutla doluydu.
Feyzar ve İslinur, yaşanan onca felaketten sonra, birbirlerinin gözlerinde yeniden hayat buldular.

Lakin tarih, sadece iyilerin değil; kötülüklerin de unutulmadığı bir aynadır.
Kanlı Fanusun gölgesi hâlâ uzak diyarların üstünde dolanıyordu.
Ama artık halk uyanmış, hak ile batılı ayırmayı öğrenmişti.
Çünkü bir kez uyanan göz, bir daha uyumazdı.

Derken...
Şehrin meydanında bir bilge belirdi — kimine göre bir derviş, kimine göre yıllardır kayıp sanılan Feyzar’dı.
Yüksekçe bir taşın üstüne çıktı, rüzgâr saçlarını savuruyordu.
Ve sesi tüm Akyamaç’a yayıldı:

> “Ey halkım!
Gördünüz ki korkunun hükmü, yalnızca kalbe girdiği zamandır.
Ve biliniz ki siz korkunuzu yendiniz.

Artık hiçbir tabip sizi kandıramaz, hiçbir sahte ulak sizi sürükleyemez.
Çünkü hakikati gören bir millet, en güçlü ordudur.

Kanlı Fanus yıkıldı, lakin unutmayın — kötülük her çağda yeni suretlerle gelir.
Onu tanımak için kılıç gerekmez,
Sadece açık bir kalp, berrak bir akıl ve direnen bir ruh yeter.”



Bilge sustu, şehir sessizliğe büründü.
Bir an sonra minarelerden ezan, meydanlardan şükür duaları yükseldi.
Ve o gün, Akyamaç halkı hem vebadan hem korkudan kurtuldu.

Feyzar gökyüzüne baktı ve mırıldandı:

> “Artık fanus kırıldı, ışık saçıldı.

Her karanlık kendi nurunu doğurur.”



Ve o söz, rüzgârla birlikte dağlara, ovalara, yeni doğacak nesillere taşındı.






19 Eylül 2025 Cuma

Türkiye’nin Eskiden Deniz ve Göl Olan Yerleri

Daha önce deniz olan karalar


Dünya tarihi aslında suların destanıdır. Denizler gelir, karaları yutar; sonra çekilir, ardında bereketli ovalar bırakır. Anadolu coğrafyası da işte bu gelgitlerin, bu büyük dönüşümlerin izlerini taşır. Bugün yürüdüğümüz toprakların çoğu, bir zamanlar balıkların yüzdüğü, dalgaların çarptığı su altı dünyalarıydı. İşte Türkiye’nin “denizden kara”ya dönüşmüş saklı geçmişi…

1. İç Anadolu: Bozkırın Altındaki Deniz

  • Konya Ovası: Bugün göz alabildiğine uzanan bozkır, milyonlarca yıl önce dev bir iç denizdi. Tuz Gölü, o büyük su kütlesinin solgun bir hatırası gibi ayakta.
  • Harran Ovası (Şanlıurfa): Fırat’ın kollarıyla beslenen göl sistemi zamanla kurudu. Bugün çölü andıran bu ova, geçmişte tatlı su canlılarının mekânıydı.
  • Niğde – Aksaray çevresi: Fosiller, burada geniş göllerin varlığını açıkça gösteriyor.

2. Güneydoğu Anadolu: Deniz Kabuğundan Dağa

  • Mardin Platosu: Bir zamanlar sığ bir denizle kaplıydı. Bugün kalker kayalarda istiridye ve mercan fosilleri saklı.
  • Suruç Ovası: Kurumuş göl tortullarıyla bilinir. Tarım yapılan toprak aslında eski bir göl yatağıdır.

3. Doğu Anadolu: Kaybolan Göllerin Yurdu

  • Muş Ovası: Eski bir göl tabanı. Yağışlı yıllarda ova yeniden göletlere dönüşür.
  • Erzurum – Kars Platosu: Volkanik dağların ardında zamanla kuruyan göllerin izleri görülür.
  • Van Gölü’nün atası: Paleo-Van, bugünkünden çok daha genişti. Su zamanla çekildi, dev göl küçüldü.

4. Akdeniz Bölgesi: Amik Gölü’nün Sessizliği

  • Hatay – Amik Ovası: 20. yüzyıla kadar Türkiye’nin en büyük göllerinden biriydi. Kurutuldu, geriye sadece kuşların göç yollarında kaybolan bir mola noktası kaldı.
  • Osmaniye: Torosların kalkerlerinde deniz fosilleri. Burada yürürken ayağınızın altı aslında eski deniz tabanı.
  • Burdur – Göller Yöresi: Kuruyan birçok göl, insan müdahalesiyle yok olan bir ekosistemin acı hatırası.

5. Marmara Bölgesi: Fosil Dolu Tepeler

  • İstanbul’un tepeleri: Şehrin yükseklerinde bile deniz kabuğu bulmak mümkün. Çünkü buralar milyonlarca yıl önce denizin dibiydi.
  • Marmara Adaları: Tamamen deniz tortullarından oluştu. Her kaya, eski bir deniz canlısının mezarı.
  • Manyas Ovası: Kuş cennetinin olduğu yerde eskiden göl çok daha genişti.

6. Ege Bölgesi: Körfezden Ovaya

  • Gediz ve Büyük Menderes ovaları: Bir zamanlar deniz körfezleri olan bu alanlar, alüvyonlarla dolarak kara haline geldi.
  • Pamukkale – Denizli: Çekilmiş denizlerin geriye bıraktığı sıcak su kaynakları ve beyaz travertenler…

7. Karadeniz Bölgesi: Çekilen Dalgaların İzinde

  • Samsun Ovası (Çarşamba – Bafra): Eskiden Karadeniz’in koylarıydı, bugün tarım cenneti.
  • Orta Karadeniz kıyıları: Deniz geriledikçe sahillerin ardında dümdüz ovalar oluştu.


Gömülü Cennet

Türkiye’nin her köşesinde, bir kaya parçasının içinde saklı midye kabuğunda, bir ovanın bereketli toprağında ya da kurumuş bir göl yatağında geçmişin denizleri yaşıyor. Biz fark etmesek de, ayak bastığımız toprak aslında milyonlarca yılın dalga dalga birikmiş hikâyesi.

Bir gün Harran’da rüzgâr eserse, belki toprağın içinden bir balık fosili çıkar. Konya’da yürürken gözünün önüne bir deniz hayal edersin. O zaman anlarsın: Dünya gerçekten çok güzeldi. Biz hoyrat davrandık, ama izler hâlâ burada, bize ders olsun diye bekliyor…

11 Eylül 2025 Perşembe

Gök Yüzündeki Sahte Yıldızlar

Sahte yıldızlar


Eskiden geceleri göğe bakan insan, samanyolunu, yıldız kümelerini seyrederdi. Onlarla yön bulur, onlarla huzur bulurdu. Şimdi ise göğe bakınca parlayan şeylerin çoğu yıldız değil: uydular, yapay ışıklar, gök yüzüne yerleştirilmiş sahte parıltılar...

Bize “internet hızlanacak, dünya bağlanacak” diye sunuluyor. Oysa bu parlak maskenin ardında daha karanlık bir yüz var: gözetim ağları, savaş teknolojileri, koca bir insanlığın takip altında tutulması.

Bu sahte yıldızlar sadece gökyüzünü değil, ruhumuzu da kirletiyor. Artık göğe bakınca hakikati değil, bize gösterilmek isteneni görüyoruz.

Görünürde faydalı gibi duran her şey, aslında kontrol zincirinin yeni bir halkasıdır. Yeryüzünde olduğu gibi gökyüzü de artık bize ait değil; oraya da “sahte yıldızlar” yerleştirildi.


İnancın gölgesinde-Belhizar

Ataş Yusuf ve zeynep


Belhizar

Tarih 800’lü yıllar…
Sarp Dağların eteklerinde, göğe doğru yükselen minareleri ve çarşılarında yankılanan dualarıyla bir şehir vardı: Belhizar.

Bu şehir yalnızca taş ve topraktan değil, imanın harcıyla inşa edilmişti. İnsanları terazide doğru, sözlerinde dürüst, işlerinde titizdi. Zengin fakiri gözetir, alim sanatkârı över, sanatkâr da ilmin yolunu açardı. Herkes birbirini bir zincirin halkaları gibi tamamlardı.

Belhizar, medreseleriyle ünlüydü. Uzak diyarlardan öğrenciler gelir, burada hem ilim hem edep öğrenirdi. Ustaların ellerinde işlenen ahşap, mermere kazınan yazılar, kalemlerin ucundan süzülen satırlar… Hepsi aynı kaynaktan beslenirdi: inançtan.

Fakat ufukta kara bulutlar toplanıyordu. İnançlarına bağlı bu şehre, kalpleri saptırmak isteyen bir topluluk göz dikmişti. Onlar, şehri kılıçla değil; sözlerle, fitneyle ve gönülleri boşaltarak ele geçirmek istiyorlardı…

nasır beyin oğlu yusuf

Belhizar’ın kalbi, hem adaletle hem de imanla atardı. Bu düzenin başında şehrin beyi Nasır Bey vardı. Nasır Bey, tecrübeli, saygı duyulan bir yöneticiydi. Fakat onun oğlu Ataş Yusuf, adalet ve ahlak hususunda babasından bile daha titizdi.

Çarşılarda bir terazinin hileyle oynatıldığını görse, anında müdahale ederdi. Bir sözde yalan, bir ticarette haksızlık duysa, susmazdı. O yüzden halk ona “adaletin kılıcı” derdi.

Yusuf’un gönlü ise dünyalık heveslerden uzaktı. Lakin bir gün, Belhizar’ın medrese avlusunda, kader onu bir bakışla sınadı.

O gün avluda, Zeynep vardı. İffetiyle bilinen, inancıyla çevresine güven veren, güzelliği kadar heybetiyle de dikkat çeken bir kadındı. Sadece yüzünün nuru değil, sözlerindeki vakar da onu bambaşka kılıyordu.

Yusuf, onunla ilk karşılaştığında ne güzelliğine kapıldı, ne de hevesine. Aksine, Zeynep’in vakarında gördüğü imanın derinliği, kalbini sarsmıştı.

Bir an için avluda rüzgar dindi, zaman yavaşladı. Yusuf’un gözleri Zeynep’te, Zeynep’in gözleri yerdeydi. O andan sonra Yusuf’un içinde hem bir aşk, hem de bir imtihan başladı.

Ve belhizar

Belhizar, yıllardır dışarıdan saldırılara göğüs germişti. Bu toprakları ele geçirmek isteyenlerin başında ise Zalım Darıtay vardı. Defalarca şehre saldırmış, ama her seferinde bu kenetlenmiş halkın karşısında hüsrana uğramıştı.

Bu kez ordusunu yeniden toplamıştı. Savaş çadırında haritalar serili, kılıçlar bilenmiş, davullar hazırlanmıştı. Ama Darıtay’ın içinde bir korku vardı:
“Ya yine başaramazsam? Bu defa kendi halkımın gözünde itibarımı kaybederim…”

Yola çıkmadan önce, uğursuz kehanetleriyle tanınan şaman Camaku’nun çadırına girdi. İçeride kesif dumanlar yükseliyor, ateşin üstünde kanlı işaretler yanıp sönüyordu. Camaku’nun yüzü dehşet verici bir gölgeyle kararmıştı.

Darıtay, başını eğerek sordu:
— “Efendim… Yine Belhizar’a saldıracağım. Bir nasihatiniz var mı?”

Camaku, uğursuz bir kahkaha attı. Ardından gözlerini kısarak, dumanların arasından zalime döndü:
— “Yine hüsrana uğrayacaksın.”

Darıtay, şaşkınlıkla:
— “Ne yapmamı tavsiye edersiniz?”

Camaku, dumanı eliyle savurup hırıltılı bir sesle:
— “Ordunu geri çek…”

Darıtay öfkeyle ayağa fırladı:
— “Ama efendim, yıllardır bekledim! Belhizar benim olmalı!”

Camaku’nun sesi gök gürültüsü gibi çınladı:
— “Onları böyle yenemezsin. Kılıçla, okla, ateşle… Asla! Çünkü onların gücü taşlarda değil, kalplerinde. Birbirlerine olan sadakatlerinde, imanlarındadır.”

Darıtay çaresizlikle sordu:
— “Ya peki… ne yapayım?”

Şamanın gözleri kıpkırmızı parladı:
— “Maneviyatlarını boz. İnançlarını sars. Kalplerine şüphe düşür. İşte o zaman en sağlam duvarları bile kendi elleriyle yıkarlar.”

Darıtay, derin bir nefes aldı, bakışları şeytani bir ışıkla parladı:
— “Anladım…”

O an Belhizar için yeni ve daha tehlikeli bir savaş başlıyordu. Artık meydanlarda değil, kalplerde.

Darıtay

Şaman Camaku’nun sözlerinden sonra Darıtay, karargâhına döndü. Çadırında büyük bir meşale yanıyor, gölgeler duvarlarda kıvrılıp duruyordu. Etrafında en güvendiği danışmanları diz çökmüştü:

Ulunike: Zenginliğiyle ve şatafatlı giyimiyle tanınan, gösteriş meraklısı bir adam.

Börte: Tüccar kafalı, her şeyin ticaretle çözüleceğine inanan kurnaz bir akıl.

Lora: Sinsi, tilki gibi bakışlarıyla bilinen, entrikada usta bir danışman.


Darıtay seslendi:
— “Belhizar’ı kılıçla alamadık. Şimdi kalplerini hedef alacağız. Söyleyin bana, hangi kapıdan girersek bu surlar yıkılır?”

Ulunike, rengârenk elbiselerini düzelterek öne çıktı:
— “Efendim, bu halk sade yaşıyor. Eğer onların giyim kuşamına el atarsak, gösterişi, ihtişamı yayarsak… bir süre sonra kendi değerlerini unutur, birbirine özenirler. Zayıflık oradan girer.”

Darıtay başını salladı. Ardından Börte söze karıştı:
— “Hayır beyim. Onların kalbi çarşıdadır. Ticaretin içine sızalım. Mallarıyla oynayalım, ihtiraslarını kabartalım. Böylece helali haramı karıştırır, birbirine düşerler. Bir şehri düşürmek için kılıç değil, para yeter.”

Tam o sırada Lora, ince sesiyle gülerek öne çıktı:
— “Beyler! Hepiniz bir şeyler söylüyorsunuz ama unuttuğunuz bir şey var.”

Darıtay kaşlarını çattı:
— “Söyle Lora. Aklında hangi tilkiler dönüyor?”

Lora gözlerini kısıp fısıldadı:
— “Din adamları… Yani bizim adamlarımız.”

Çadırda derin bir sessizlik oldu. Alevler çıtırdadı, gölgeler titredi. Darıtay’ın yüzünde sinsice bir tebessüm belirdi.

— “Demek kalpleri yıkmanın yolu minberden geçiyor ha… O halde önce inançlarına sızacağız.”

Darıtay kaşlarını çatarak:
— Söyle bakalım Lora, bu iş ne kadar sürer?

Lora, ince uzun parmaklarınındaki yüzükleriyle oyayarak, kurnazca bir tebessümle:
— Yedi yıl... dedi.

Darıtay öfkeyle yerinden doğruldu:
— Çok! Bu kadar bekleyemem. Halkım bana sabırsız gözlerle bakıyor.

Lora, gözlerini kısıp biraz daha yaklaşarak:
— O vakit beş yıl... beş yıl beklemeyen, zafere hiç ulaşamaz, diye fısıldadı.

Bu söz, Darıtay’ın içine işledi. Sanki ruhunun en derin köşesine bir diken gibi saplandı. Birkaç nefes aldı, sonra başını salladı:
— Tamam, iş sizde.

Lora, sinsi bir gülümsemeyle meclisten ayrıldı. Gece karanlığında avuçlarındaki beyaz güvercinlere küçük tomarlar bağladı. Her tomarın içinde kısa, keskin emirler yazılıydı:

“İki yılınız var. Ya alim olarak varırsınız buraya, ya ölürsünüz.”

Güvercinler, kanat çırpıp karanlık göğe yükseldi. Birer birer İslam beldelerine doğru süzülürken Lora’nın gözleri parlıyordu. Çünkü biliyordu; düşmanı dışarıdan kuşatmak kolaydı, fakat içeriden çürütmek… işte asıl zafer oradaydı.

(Yusuf ve Zeynep’in Rüyaları)

Gece, Belhizar’ın sokaklarına sessizlik hâkimdi. Sadece medreselerin kubbelerinden yükselen ezber sesleri yankılanıyordu. O gece Yusuf da Zeynep de derin uykulara daldı, ama gönüllerine farklı rüyalar konuk oldu.

Yusuf, rüyasında şehrin üzerinde kara dumanlar gördü. Duman, dağların doruklarından yükseliyor, Belhizar’ın minarelerine, evlerine, sokaklarına çöküyordu. Ne kadar uğraşsa da eliyle dağıtamıyor, nefesiyle üflese de karartı gitmiyordu. O an kalbine bir sıkıntı saplandı: “Bu duman, yalnızca ateşin değil, imanların sönüşünün dumanı…” diye hissetti.

Zeynep ise rüyasında, elinde uzun asasıyla bir sarıklı gördü. Yüzü gölgelenmişti, simasını seçemiyordu. Sarıklı adam şehrin cadde ve sokaklarında dolaşıyor, ama yürüdüğü her yere necaset saçıyordu. İnsanlar önce onu bir âlim sanıyor, ardından kokuyu hissedince yüzlerini buruşturuyordu. O ise gülerek devam ediyor, kirlettiği yerlere bakmadan ilerliyordu. Zeynep, rüyasında gözyaşlarına boğuldu: “Bu şehir temizdi… bu sokaklar tertemizdi…”

Sabah olduğunda Yusuf ve Zeynep, farklı mekânlarda, ama aynı telaşla uyandılar. Her ikisi de rüyalarının tesirini atamadı. Birbirlerinden habersiz aynı sözü mırıldandılar:
— Belhizar üzerine kara bulutlar geliyor…

Sabahın serinliği Belhizar’ın sokaklarına çökmüştü. Çarşı henüz açılmamış, yalnızca serçelerin cıvıltısı duyuluyordu. Zeynep, ağır adımlarla yürüyerek şehrin köşesinde taş sedirin üzerinde oturan Mahmud Dede’nin yanına geldi.

Mahmud Dede, seksenini aşmış, sakalı bembeyaz, gözleri hâlâ dirayetli bir ihtiyardı. Onu gören herkes selâm durur, elini öperdi. Zeynep de edeple eğildi, elini öptü.

Mahmud Dede, onun yüzündeki solgunluğu fark etti:
— Kızım, yüzünde bir korku var. Ne oldu sana?

Zeynep, başını eğdi. Bir müddet sustu. Sonra kısık bir sesle:
— Dede… rüyam çok kötüydü… dedi.

— Anlat kızım, rüyayı saklamak bazen yük olur.

Zeynep derin bir nefes aldı, rüyasını baştan sona anlattı: Sarıklı birinin sokaklarda dolaşıp necaset saçmasını, halkın önce aldanmasını sonra şaşkınlığa uğramasını…

Mahmud Dede’nin yüzü ciddileşti, gözleri yere çevrildi. “Allah hayra çıkarsın” diye mırıldandı.

Tam o sırada karşıdan Yusuf görünüyordu. Elinde küçük hurma sepetleriyle, karşılaştığı herkese birer avuç hurma veriyordu. Çocuklara gülüyor, ihtiyarlara hürmetle eğiliyordu.

Mahmud Dede kaşlarını kaldırıp seslendi:
— Yusuf oğlum, ne yapıyorsun böyle sabah sabah?

Yusuf sepetten bir hurma alıp dedeye uzattı:
— Sadaka dağıtıyorum dede… belanın def’i için.

Mahmud Dede şaşırdı:
— Hangi bela oğlum?

Yusuf derin bir nefes aldı:
— Dede, bu gece bir rüya gördüm. Şehrin üstünde kara duman vardı. Ne kadar uğraşsam da dağıtamadım. İçim daraldı… Bu belayı ancak sadaka ve dua ile def edebiliriz, dedim.

O sırada Zeynep’in gözleri Yusuf’a çevrildi. Yusuf da Zeynep’e baktı. İkisinin de yüzünde aynı korkunun izleri vardı.

Bir anlık sessizlik oldu. Sanki Belhizar’ın taş duvarları bile bu bakışmaya şahitlik etti.

Mahmud Dede, ağır bir sesle konuştu:
— Demek ki işaret birdir. Allah size rüyada aynı haberi vermiş. Şehir üzerine kara bir imtihan geliyor, ama unutmayın: İnancın gölgesi, müminin siperidir.

İki Yıl Sonra

Kara Plan

Yusuf ve Zeynep, rüyalarında sık sık benzer işaretler gördüler. Şehrin üstüne çöken duman, sokaklara necaset saçan sahte sarıklı… Kalplerinde korku ve ihtar vardı.

Ve Lora

 “Ya âlim olarak dönersiniz, ya ölü.”
Emrini verdiği casusları 
Okumadık kitap, oturmadık âlim dizini bırakmadılar.
artık loranın huzurundalar ve göreve hazırlar

— Efendimiz, görev için hazırız.

Lora, sinsi bir tebessümle başını salladı.

Sübeday’in Girişi

Bir sabah vaktiydi… Belhizar’ın sokaklarına yeni doğan güneşin ışığı vurmuştu. Esnaf, tek tek dükkânlarını açıyordu.

Kimi elinde süpürge, dükkânının önünü temizliyordu.
Kimi raflarını düzeltiyor, terazisini parlatıyordu.
Kimisi sepetlere doldurduğu tavukları satmaya çıkarıyor, kimisi taze yumurtaları diziyor, kimisi yoğurt küplerini hazırlıyordu.

Çarşı yavaş yavaş canlanıyor, pazar yerine bereketli bir koku yayılıyordu.

Tam o sırada, çarşının ucundan bir adam belirdi. Heybetliydi. Gözleri ağırbaşlı, yüzünde yapmacık bir tevazu parlıyordu. Ağzı sürekli zikirdedir:
— Maşallah… maşallah… Ne güzel bir şehir! Ne temiz insanlar! Sizleri görmek, sizlere hizmet etmek ne büyük nimet…

Esnaf, şaşkın gözlerle onu izledi. Bazısı selâm verdi, bazısı içinden “ne edepli, ne imanlı biri” diye geçirdi.

Ama kimse bilmezdi ki o adam, Lora’nın casuslarından biriydi.

Gerçek adı başka diyarlarda bilinse de, Belhizar’a “Mulla Kamil” takma adıyla girmişti. Casusların içinde en kurnazıydı. 

Mulla Kamil’in Gölgeleri

Mulla Kamil, Belhizar’a yerleşti. İlk günlerden itibaren çarşının en işlek sokaklarında görünür oldu.
Kimi zaman esnafa meşrubat dağıtır,
kimi zaman gelene geçene ikramda bulunur,
çocuklara hurma dağıtır, omuzlarını okşar, dualar ederdi.

Konuşurken gözlerini kısar, ellerini göğe açar, sürekli “Dinimiz böyle emreder” derdi. En ufak bir meselede bile sertleşir, “Olmaz! Dinimiz bunu kabul etmez!” diye sesini yükseltirdi. Halk, onun bu tavizsiz hâline hayran kaldı. “Ne imanlı, ne dindar adam!” diye onu över, meclislerde ismini anar oldu.

Fakat herkes aynı kanaatte değildi.

Ataş Yusuf, Mulla Kamil’in yüzüne dikkatle bakar, gözlerinin kenarındaki sert hatları, burnunun kemikli yapısını ince ince süzerdi. “Bu sima, bana Darıtay’ın halkından kimseleri hatırlatıyor…” diye içinden geçirirdi.

Zeynep ise kulak kesilirdi. Onun konuşmalarındaki hafif bir lehçe farkını yakalamıştı. Belhizar halkının dilinde olmayan, ama çok ince bir tınıyla beliren bir ses kayması… Kimse fark etmezdi, ama Zeynep’in gönlüne düşen şüphe her geçen gün artıyordu.

Halk, Mulla Kamil’e hayranlıkla yaklaşırken Yusuf ve Zeynep’in kalbinde yavaş yavaş şu düşünce büyümeye başladı:
— Bu adam göründüğü gibi değil.

Fetnenin ateşlenmesi

Bir gün, çarşının en kalabalık vakitlerinde Mulla Kamil’in eşi ve kızları meydana çıktılar. Elbiseleri halkın giysisine benziyordu ama ince bir süs, çok hafif bir darlık vardı üzerinde. Kadınlar, satıcılar ve genç kızlar arasında fısıltılar dolaşmaya başladı:

— Bunlar kim ola?
— Nereden gelmişler?
— Bu kadar süslü giyinen bizim köyden değil...

Nihayet biri cesaret edip sordu, “Siz kimin ailesisiniz?” diye. Kadınlar, tebessüm ederek cevap verdiler:

— Biz, Mulla Kamil’in ailesiyiz.

Kalabalık arasında sessizlik oldu, fakat gözlerde merak ve imtihanın kıvılcımı parladı. Derken, içlerinden biri, kibarca sordu giysiniz değişik, nerenin giysisi .

Bu giysilermi, bunlar bize şeyh nur' un ailesinden hediye edildi diye cevap verdiler.

— Evet, Şeyh Nur’un ailesi... onlar bizi unutmadılar, biz de onları unutmuyoruz, dediler.

O an Mulla Kamil’in planladığı kıvılcım çarşıya düştü. Şeyh Nur, uzak diyarlarda olsa da adı namus ve takva ile anılırdı. Mulla Kamil, o kutlu ismi ağzına alarak, sinsi bir tebessümle:


Ve böylece, halkın zihnine şüphe düştü. Fitnenin ateşi, en güvenilir ismin gölgesinde yanmaya başlamıştı.

Halk arasında fısıltılar bir ateş gibi yayılıyordu. Kimisi “Şeyh Nur’un ailesi bu hediyeyi vermişse bunda hikmet vardır” diyordu; kimisi ise “Olmaz, bu bize uygun değil” diye karşı çıkıyordu. Çarşının kalabalığında sesler yükseldi, tartışmalar kızıştı.

Tam bu sırada, Belhizar kapısından yeni bir kervan girdi. Yükünde sıradan kumaşlar, tüccar kisvesi, dilinde dua vardı. Bu, Lora’nın ikinci casusuydu: Seyfeddin takma adıyla dolaşan fitne ehli.

Tesadüfmiş gibi, çarşıda bir köşe döndü ve Mulla Kamil ile ailesine rastladı. Kalabalığın gözleri önünde, birden sevinçle sarıldılar:

— Ey Kamil kardeşim, dedi tüccar Seyfeddin, seni burada görmek büyük bir nimet!
— Ya Seyfeddin, dedi Mulla Kamil, sen buraya nereden geldin?

Halk şaşkınlıkla bakarken, tüccar Seyfeddin’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Omuzları titredi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Mulla Kamil merakla sordu:
— Nedir bu hal, neden ağlıyorsun ey Seyfeddin kardeşim?

Seyfeddin elleriyle Mulla Kamil’in ailesini işaret etti:
— Şu bacılarımın üzerindeki elbiseyi gördüm de… birden Şeyhim, Şeyh Nur’u hatırladım. O mübareğin emanetleri gözümün önüne geldi.

Kalabalıktan bir uğultu koptu. Kimileri hayranlıkla başını salladı, kimileri “Demek ki doğruymuş” dedi. Fitne artık şüphe olmaktan çıkmış, kalplere taş gibi yerleşmişti.


Kadınlar arasında merak ve heves büyüdü. Her biri Mulla Kamil’in ailesinin giydiği elbiselerden ister oldu. “Biz de o kumaştan istiyoruz, bize de getir” diyerek tüccar Seyfeddin’in etrafını sardılar.

Seyfeddin önce geri durdu, başını öne eğip mahcup bir tavırla:
— Ah bacılarım, dedi, ben sizlere hepsinden getirmek isterim. Ama bilirsiniz, ben sadece kumaş satarım, bu elbiseler bende hazır bulunmaz.

Kadınların ısrarı arttıkça tüccarın sesi yumuşadı. Bir an sustu, ardından gözlerini kapayıp derin bir iç çekti:
— Peki… madem ısrar ediyorsunuz, bu da şeyhimin kokusunu tüm diyara yaymak demektir. O halde kabul ediyorum!

Kalabalığın içinde bir sevinç dalgası yayıldı. Kadınların gözleri parladı, dillerinde dualar, kalplerinde hevesler vardı.

Ve o haber, güvercinlerle çok uzaklara, Lora’ya ulaştı.

Lora mektubu açıp satırları okurken dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Başını kaldırdı, gözleri parladı:
— İşte, dedi, fitne meyvesini vermeye başladı.

Hemen terzilere emir gönderdi:
— Elbiseler hazırlanacak! Daha süslü, daha göz alıcı… ve evvelkinden biraz daha dar olacak!

O an çadırın içini kahkahası doldurdu. Lora’nın gözünde bu artık bir ticaret değil, bir hançerdi. Halkın içine atılan bir hançer…

Ataş Yusuf, fitnenin çarşı çarşı yayıldığını gördükçe yüreği kor gibi yanıyordu. Elini sıkı sıkıya tuttuğu kılıcının kabzasına götürdü. Bir anlık öfkeyle Mulla Kamil’in de, tüccar Seyfeddin’in de başını uçurmak istedi.

Ama kalabalığa baktığında durdu. Halkın gözü önünde bunu yaparsa, fitnenin ateşi büsbütün büyüyecekti. “Zalimin başını almak kolaydır,” diye düşündü, “asıl zor olan halkın gönlündeki zehri sökmektir.”

Bunun üzerine Belhizar’ın büyük medresesindeki tüm âlimleri topladı. Medrese avlusunda toplananların yüzleri gergindi. Yusuf, ayağa kalktı ve sesini yükseltti:

— Ey âlimler! Bu şehre fitne girdi. İmanımızı, iffetimizi, ailemizi hedef aldılar. Sizden fetva isterim: bu ikiyüzlüleri susturalım mı, yoksa daha fazla mı bekleyelim?

Avluda uğultular başladı. Bazı âlimler yumruklarını sıktı, yüzleri kıpkırmızı oldu. Onlar Yusuf gibi ateşten bir hiddetle doluydu. İçlerinden biri yüksek sesle bağırdı:

— Bu sahtekârların kanı vaciptir! Daha neyi bekliyoruz?

Ama öte yandan, bazı âlimler suskunlukla başlarını eğdiler. İçlerinden biri, ağır adımlarla öne çıktı, sakalını sıvazladı ve yumuşak bir sesle konuştu:

— Yusuf oğlum… Biz şeyhten daha iyi bilemeyiz. Onun adı göklerde duyulmuş, himmeti diyar diyar yayılmıştır. Belki de bunlar onun işaretidir.

Kalabalık bir an sessizleşti. Yusuf’un gözleri parladı, öfke damarlarına yürüdü. Yumruğunu havaya kaldırıp haykırdı:

— Sizler de mi teslim oldunuz cehalete? Hak ile bâtılı ayıramayan âlim, âlim değildir!

Avluda sözler gök gürültüsü gibi çarpışıyordu. Bir yanda Yusuf’un öfkesi, bir yanda cehalete teslim olmuşların suskunluğu…

Fitne artık yalnızca sokaklarda değil, âlimlerin kalbinde de çatlak açmıştı.


Artık Belhizar’ın kalplerinde tefrika büyümüş, dost ile düşman arasındaki çizgi bulanıklaşmıştı.
Tüccar Seyfeddin, her defasında şehre yeni yükler getiriyordu. Her yük, biraz daha süslü, biraz daha dar, biraz daha kışkırtıcıydı. Ve gün geldi ki Belhizar’ın sokaklarında dolaşanlar, kendi şehrinde değil de başka bir diyara adım atmış gibi hissettiler. Çarşıdaki giyim, kadınların sohbetleri, gençlerin bakışları… Her şey değişmişti.

Ama taviz vermeyen, dik duran kadınlar da vardı. Onların başında ise Maral Zeynep bulunuyordu.
O, iffetiyle ve kararlılığıyla adeta şehrin kalbine çakılmış bir kazık gibiydi.

Kadınlar arasında bir araya geldiğinde yüksek sesle konuştu:
— Ey bacılar! Şunu iyi bilin ki bir elbise, yalnızca bedenimizi örtmez; imanımızı da ya korur ya da açığa çıkarır. Bu kumaşlar, imanımızı soymak için dokunmuştur!

Kimi kadınlar başlarını öne eğdi, utanarak geri çekildi. Ama kimileri, nefsin hoşuna giden süslere kapılmıştı.
— Zeynep, sen çok abartıyorsun, dediler.
— Hayır! Abartan ben değilim, dedi Zeynep. Abartan şeytanın kendisidir.

Onun kararlı tavrı kulaktan kulağa yayıldı. Genç kızlar arasında hâlâ ona bakan, onu örnek alan bir grup vardı. Onlar sayesinde Belhizar’ın bütün kapıları henüz kapanmamış, iman kandilleri henüz sönmemişti.

Ama Lora’nın casusları da bu direnci görüp yeni bir plan kurmaya koyuldu…

Lora, Belhizar’da büyüyen fitneye rağmen hâlâ tam anlamıyla darbe vurmaya hazır olmadığını hissediyordu.
O yüzden yeniden Darıtay’ın danışmanlarını topladı.

Börte öne çıktı:
— Daha çok kutuplaştırmalıyız, dedi. Halkı ikiye ayırmak… Bir kısmı diğerine düşman kesilirse, kılıç çekmeden şehri teslim alırız.

Lora gözlerini kısarak düşündü:
— Peki ama nasıl?

O sırada Ulunike, sinsice gülümseyerek öne eğildi:
— Bir fikrim var. Ataş Yusuf’u lekelemek…

Lora, bir an kaşlarını kaldırdı:
— Yusuf mu? O şehrin gözbebeği, en temiz delikanlısı. Halk onu babasından bile çok sever. Böyle birini nasıl lekeleyeceksin?

Ulunike, dudaklarını yaladı ve kurnazca konuştu:
— Casuslarımıza emir verelim. Her gece, sanki Yusuf’un evinden çıkıyormuş gibi dolaşsınlar. Kimileri gizlice onun kapısından girip çıksın. Halk gözleriyle görsün… Ve desin ki: “Meğer Yusuf da onların adamıymış.”

Börte kıkırdadı:
— Çok sinsi… Halkın güveni bir kere kırıldı mı, ne Yusuf kalır, ne direniş.

Lora başını salladı.
— Güzel. İşte kalpleri çürütmenin yolu bu… Yusuf’u kirletirsek, Belhizar’ın direnci çöker.

Ve o gece, ilk oyun sahneye konuldu. Yusuf’un evinin etrafında gölgeler gezmeye başladı…

Plan devreye girdi ve günler geçtikçe Belhizar’ın sokaklarında artık tek bir dedikodu dolaşır oldu:
“Ataş Yusuf hainmiş…”

Önce fısıltı halinde yayıldı, sonra kahvehanelerde, medrese kapılarında, hatta kadınların tandır başındaki sohbetlerinde yankılandı.

Ve o sırada, timsah gözyaşlarıyla sahneye çıkan Mulla Kamil, her sözde merhamet ve dindarlık süsüyle içini döktü:
— Yazık… Çok yazık… Yusuf çok temiz bir insandır, ama gönlüm yanıyor! Halkımızı korumak için bunu dile getirmem gerek.

Böyle deyip gözünden yaş süzdü. O sahte gözyaşları kalpleri kandırıyor, fitneye zemin hazırlıyordu.

Artık şehirde sevgi yoktu, güven yoktu, bereket yoktu. Yağmurlar bile eskisi gibi yağmaz olmuştu.
Kadınların iffeti her geçen yıl biraz daha çözülüyor, elbiseler her defasında daha da dar, daha da gösterişli hâle geliyordu.

Ataş Yusuf’un çevresinde pek az imanlı kalmıştı. O yiğit, adeta köpük gibi yalnızca yüzeyde kalmış, koca şehir onu itip kenara çekmişti.

Ve nihayet bir gün, çarşının en kalabalık olduğu vakitte Mulla Kamil ayağa kalktı, sesi koca pazarı doldurdu:

— Ey ahali! İçim parçalansa da bunu size söylemek zorundayım. Şehrimizin huzuru için, Yusuf ve çevresindekileri Belhizar’dan uzaklaştırmalıyız. Artık burada kalmaları uygun değildir!

Kalabalık bir an sessizleşti. Sonra kimileri başlarını salladı, kimileri gözyaşı döktü, kimileri de Yusuf’a gizliden gizliye bakıp “Demek doğruymuş…” diye fısıldadı.

Yusuf’un kalbine ise dağlar devrildi.

Zeynep, çarşıda yankılanan sözleri işittiğinde bir an dünyası başına yıkıldı. Dizlerinin bağı çözülecek gibiydi. Ama derhal toparlandı, derin bir nefes aldı.

“Eğer ben de yıkılırsam, Yusuf da yok olur. O zaman Belhizar sahipsiz kalır,” diye düşündü.
Ve metin olmaya karar verdi.

Bir akşamüstü Yusuf ile karşılaştılar. Yusuf’un yüzü solmuş, gözlerinde derin bir keder vardı. Zeynep ise ona bakıp sarsılmaz bir tebessüm sundu.

Yusuf, o tebessümü görünce kalbinde bir kıpırtı hissetti. Ama başını eğdi ve hüzünle konuştu:
— Ey Belhizar’ın maralı… Keşke ben de sana tebessüm edebilseydim. Lakin takatim kalmadı.

Zeynep, gözlerini ona dikti ve sesi dağlar kadar güçlüydü:
— Üzülme ey koca Yusuf. Sen sınanmayacaksın da kim sınanacak? Üzülme ey Ataş Yusuf! Belki de Allah, ayakları sabit olanlarla olmayanları ayırmak istiyor.

Bu sözler Yusuf’un gönlüne serin bir meltem gibi esti. İçindeki karanlık dağılırken, gözleri yeniden ışıldadı. Bir an için bütün yorgunluğu hafifledi, sırtındaki yük inceldi.

Ve o an, Yusuf yeniden ayağa kalktı.

Artık Belhizar sokaklarında yeni bir uğultu vardı:
“Yusuf ya şehirden ayrılır ya da biz onu zorla çıkarırız!”

Bu sesler çığ gibi büyüyünce, Yusuf, Zeynep ve etrafındaki az sayıdaki sadık yoldaş yüklerini yüklenip Belhizar’dan ayrıldılar. Günler süren yolculuğun sonunda Gök Tepe’ye vardılar.
Ama artık orası Gök Tepe değil, onların gönlünde Sürgün Tepe idi.

Böylece Belhizar savunmasız kalmıştı. Bir kale, ruhsuz bir bedene dönmüştü.
Geriye yalnızca bir hamle kalmıştı.

Ve o hamleyi yapmak için yine meydana çıkan Mulla Kamil, kalabalığa tatlı sözlerle seslendi:
— Ey ahali! Artık şehrimiz güvenli, sade ve huzurlu. Dostlarımla konuştum; size en iyi ticaret yollarını açmak için var gücümle çalışacağım.

Halk, sözleri alkışlarla, dualarla, övgülerle karşıladı. Ortalık bayram yerine döndü.
Bilmezlerdi ki sona yaklaşılmıştı.

Mulla Kamil, sözlerine devam etti:
— Ey ahali! Size bir müjde vereyim! Birkaç gün içinde ovadaki bütün tüccarları burada olacaklar.hepsini Buraya davet ettim. Yüzlerce tüccar buraya gelecek. Yiyeceğiz, içeceğiz, büyük anlaşmalar yapacağız!

Halk, sevinç nidalarıyla ayağa kalktı. Şehir şenlik yerine döndü.
Ama kimse bilmiyordu ki o tüccarlar, gerçekte istilanın ayak sesleri idi…

Ve artık kervan ahalisi ve tüccar kılığ8nacgirmiş nökerler  Belhizar’a adım adım girmeye başladı. Önce kimse fark etmedi. Birkaç gün içinde sayıları çoğaldı.
Sonunda bir sabah, halk uyandığında her kapının önünde nöker giysili askerler belirdi. Gür seslerle bağırıyorlardı:

“Dışarı çıkmayın! Artık burası bizimdir!”

Çaresiz insanlar kapılarını zorlayıp dışarı çıkmak isteseler de iş işten geçmişti. İstila çoktan tamamlanmıştı.

Ve o anda gözler gördü ki; nökerlerin arasında alaycı gülüşleriyle Mulla Kamil, eşi ve kızları da aynı elbiseleri giymişti. Halkın yüreğine zehir gibi bir gerçek indi.

İşte o vakit anladılar;
Artık çok geçti.
Başlarına kara sular inmişti.

Darıtay, Belhizar meydanında göğsü kabarık, kibirli gülüşüyle dikiliyordu. Yanında tüccar kılığındaki Seyfeddin kıs kıs gülüyordu.
Kalabalığın üzerine eğilip kahkahalarla seslendiler:

“Şeyhlerinizin elbiseleri ne de yakışmış size! Bakın, artık sizin önderleriniz bizim nökerlerimiz oldu.”

Bu sözler Belhizar’ın taş sokaklarında yankılandı. Her kahkaha, halkın göğsüne saplanan paslı bir hançer gibiydi.
Kadınlar çocuklarını kucaklarına bastı, ihtiyarlar gözlerini yere indirdi. Erkeklerin dişleri kırılası bir öfkeyle sıkıldı ama elleri zincire vurulmuştu sanki.

Darıtay’ın sesinde zaferin çirkin şımarıklığı vardı:
“Artık Belhizar bizimdir! Ne sevginiz kaldı, ne güveniniz, ne de şerefiniz! Siz kendiniz ihanetin yolunu açtınız!”

Ve o an şehir sustu.
Sessizlik bile feryat gibi acıydı.


Artık Belhizar, zincirlerin gölgesinde yaşamaya mahkûmdu.
Her sokakta nökerlerin postalları, her kapıda işgalin nefesi vardı.
Halk, Mulla Kamil’in yaltaklanmalarını ve Darıtay’ın kahkahalarını işittikçe, içlerini kemiren pişmanlık ateşiyle kavruluyordu.
Her lokma boğazlarına diken, her bakış birbirlerine mahcubiyet oldu.
Bir zamanlar Yusuf’u taşlayan diller, şimdi utançla sustu.

Sürgüntepe’de ise farklı bir hava vardı.
Ataş Yusuf, yanında kalan az sayıdaki yiğidi ve Zeynep ile birlikte obasını kurmuştu.
Gökyüzü orada daha berrak, rüzgâr daha serin esiyordu.
Belhizar’ın tozlu dumanlı havası yerine, dağların dinginliği vardı.
Yusuf, ne zaman içini kasvet kaplasa Zeynep’in gözlerine bakar, orada sabırla yoğrulmuş bir güç bulurdu.
Onun tebessümü Yusuf’un ateşini yatıştırır, gönlünü dinginleştirirdi.

Artık Yusuf biliyordu:
Zafer kılıçla değil, sabırla kazanılacak.
Ve Belhizar’ın pişmanlığı, gün gelecek sabrın meyvesine dönüşecekti.

Yusuf’un kalbi kırıktı, kırıklarının arasına dahi sığmayan bir yük vardı:
“Belhizar, gözümün nuru şehrim… nasıl kurtulacaksın bu zincirlerden?”
Gece gündüz, Sürgüntepe’nin rüzgârları altında düşünür, bir çıkış yolu arardı.

O sırada Zeynep, ince bir derviş sabrıyla kaleme sarıldı.
Şeyh Nûr’a bir mektup yazdı.
Her satır gözyaşıyla ıslanmıştı:
“Efendim, adınız kullanılarak masum bir şehir talan edildi, halk fitneyle kandırıldı.
Şeyhimin nuru ile kirli eller iş gördü.
Bunu bilmenizi isterim.”

Mektup ellerden ellere, dağlardan vadilere ulaştı, sonunda Şeyh Nûr’un dergâhına vardı.
Şeyh Nûr satırları okudukça kalbi sarsıldı, gözleri doldu.
Adının kirli bir tuzakta alet edilmesi onu öfkelendirdi, günlerce ağladı.
Sonra ayağa kalktı, asâsını yere vurdu:

“Bizim bu işte dahlimiz yoktur!
Lakin Belhizar’ı bu zulmün pençesinden kurtarmak boynumuzun borcudur.
Askerlerim, canlarını feda etmeye hazırdır!”

Ve hemen Zeynep’e haber salındı.
“Sabredin! Bir kaç güne  nurun ordusu Belhizar’a yürüyecek.”

Mektup Şeyh Nûr’un dergâhından çıktı, günler sonra Sürgüntepe’ye ulaştı.
Zeynep elleriyle mühürü açtı, satır satır okudu, sonra kalemi yeniden aldı.
Bu kez cevabında şöyle yazdı:

“Ey Şeyhim, Belhizar artık düşmanın kalesine dönmüştür.
Oraya değil, Sürgüntepe’ye buyurun.
Burada Yusuf ve bir avuç imanlı beklemektedir.
Sürgüntepe sizin nurunuzla şereflensin!”

Haberci gece yarısı atına atladı, mektubu kanat gibi taşıdı.
Yusuf duyduğunda önce başını eğdi, sonra Zeynep’e baktı.
Gözlerinde pırıl pırıl bir gurur vardı.

“Ey Belhizar’ın maralı,
Senin ferasetin, bin kılıçtan keskin çıktı.
Ben nice defa yıkıldım,
ama senin metanetin beni her seferinde doğrulttu.”

Zeynep tebessüm etti:
“Ey Ataş Yusuf, senin takatın bizim için siper olacak,
ama bil ki sabır ve dirayet de bir kılıçtır.”

Ve böylece Sürgüntepe, bir sürgün yurdu değil, yaklaşan ordunun karargâhı olmaya hazırlanıyordu.

Sürgüntepe’de Yusuf durmaksızın planlar yapıyordu.
Gözleri ufukta bir ışık yakaladı: Belhizar halkına gizlice bir elçi göndermeliydi.

Gönderdiği casus, sokaklarda fısıltılar yaydı:
“Artık nökerlere karşı kalkışma vakti geldi. Halk ayağa kalkıyor!”

Bu haber Darıtay’ın kulağına ulaşır ulaşmaz öfkesinden ateşler fışkırdı.
Sıkı yönetim ilan edildi, halkın her hareketi denetim altına alındı.
Darıtay ayrıca destek kuvvetleri için haber gönderdi.

Tam da Yusuf’un istediği olmuştu.
“Onları kendi silahlarıyla vuracağız,” diye düşündü.

Sürgüntepe’den yola çıkıldı ve pusu kuruldu, Yusuf ve Zeynep’in planı işlemeye başladı.
Nökerler gelecek destek ordusunu beklerken, Şeyh Nûr’un ordusu sinsice arka taraftan kuşatma pozisyonuna girdi.

Ve nihayet destek kuvveti geldi.
Ama onlar henüz varamadan bertaraf edildiler. Kılık değiştirildi, ve Yusuf'un ordusu nöker  görünümüne büründüler.

Artık saldırı için her şey hazırdı.
Şehrin içinde aşıkar yürüyen nöker kıyafetli Yusuf'u ordus , düşmanlarını hiç beklemedikleri bir anda yok edecek, arka taraftan kuşatacak Şeyh Nûr’un ordusu ise şehri arkasından bastıracaktı.

Belhizar’ın kaderi artık bir an meselesiydi.

Sahte nöker kıyafeti giymiş Yusuf’un ordusu sessizce şehrin kapılarından girdi.
Halkın şaşkın bakışları arasında, adımlarını derin bir kararlılıkla attılar.

Şehrin taşlı sokaklarından geçerek, tam meydanın ortasına kadar ilerlediler.
Ve orada durdu: Mulla Kamil, yaltaklanan kahkahalarıyla meydanın ortasında dikiliyordu.

Göz göze geldiler ve

— “Tuzak bu! Yusuf!” — diye bağırdı, gözlerinde şaşkınlık ve öfke bir arada.

O anda, Yusuf kılıcını çekti.
Çevresindeki yiğitler de aynı anda kılıçlarını kuşandı.
Belhizar’ın taşları, tarihe kazınacak bir günün sessiz tanığı gibi yankılanıyordu.

Belhizar’ın gök kubbesi altında bir türkünün sesi yükseldi:

“Ey Belhizar, nurun yolunu bekle,
Karanlıkta kaybolma, ışığa yürü…”

Bu sadece bir türkünün sesi değildi;
Bu, zulme karşı direnen bir milletin, imanlı yüreklerin, adaletin ve özgürlüğün sesi oldu.

Çığlıklar yükselir yükselmez, şehrin arkasında pusuda bekleyen Nur’un ordusu diğer taraftan şehre girdi.
Nökerler şaşkın, kararsız ve darmadağın hâlde, bir bir yere yığılmaya başladılar.

Meydanda kaos tam anlamıyla patlamıştı.
Mulla Kamil ve tüccar Seyfeddin, korkunun ve panik havasının arasında Yusuf’un kılıcına nasip oldular.

Lora, dehşet içinde geriye kaçıyordu.
Ama arkasında destek ordusu yoktu; yalnız başına şehre girmiş, kibriyle dolu bir şekilde gelmişti.
Şimdi yalnız, yenilmiş ve kaçıyordu.
Kendi içinden dövünerek fısıldadı:

— “E ben nerede yanlış yaptım?”

Ve onun başıda Zeynebin kılıcına nasip olmuştu.

Belhizar’ın taşları, zafere ulaşan imanlı yüreklerin ayak sesleriyle yankılanıyordu.
Ve o anda şehir, uzun yıllar süren zulmün ardından, ilk defa gerçek özgürlüğü tadıyordu.

Ve nihayet 
Belhizar özgürlüğüne kavuştu.
Şehir meydanda toplandı; ama zaferin coşkusundan çok, mahcubiyet vardı.
Halk, yılların zulmü ve fitne ile yoğrulmuş kalplerini temizlemeye çalışıyordu.

Şeyh Nûr meydanda durdu, derin bir nefes aldı ve seslendi:

— “Söyleyin bana! Eğer ben içki içseydim, siz de içecek miydiniz?
Resûlullah’ın peşinden mi gidiyorsunuz, yoksa şeyh Nûr’un peşinden mi?”

Sözü bittikten sonra atına bindi ve sessizce meydanı terk etti, geride dersle dolu bir sessizlik bırakarak.

Sıra Ataş Yusuf’ta idi.
Atıyla halkın önüne çıktı. Bir müddet sessizce, sert bakışlarla halkı süzdü.
Sonra yüzlerine tükürdü ve Sürgüntepe’ye doğru at sürdü.

Arkasından, dağların maralı Zeynep de halkın gözlerine, sanki “Yazıklar olsun!” dercesine bakarak Yusuf’un ardından at sürdü.

Belhizar meydanı, özgürlüğün kazandığı ama dersin sert işlendiği bir sessizlikle kaldı.
Artık halk, ne ihanetin, ne kibirin, ne de boş övüncelerin tuzağına düşmeyeceğini biliyordu.


Yusuf, Sürgüntepe’nin yeni adıyla İnziva Tepesi’ne çekildi.
Kalbinde hem keder, hem de hikmet vardı.
Yanında Zeynep… Dağların maralı, sabrın ve direncin timsali.

Orada bir düğün kuruldu, toy yapıldı.
Kılıçların gölgesinde, gözyaşlarının arasından doğan bir sevinçti bu.
Mütevazı ama yüreklerin en temiz şenliğiydi.

Belhizar halkı ise günler, aylar boyunca Yusuf’un dönmesi için aracılar gönderdi.
Kimi gözyaşlarıyla, kimi tövbelerle yalvardı.
Ama Yusuf dönmedi.

Çünkü o bilirdi ki;
bir şehir önce kalbinde doğruluğu ve imanı yeniden inşa etmedikçe, taşlarıyla yeniden yükselemezdi.

Ve böylece İnziva Tepesi, Yusuf ile Zeynep’in hem aşkının hem de direnişinin sembolü oldu.
Belhizar halkı ise, dersini almış bir şekilde, geride utançla ama yeni bir uyanışla kaldı.






9 Eylül 2025 Salı

Justice and Development – Adalet ve Kalkınma Operasyonu

Justice and dvolopment


Ak Görünümlü Kirli Çamaşırlar

Dünya kulağa ne kadar masum gelirse gelsin, bazı kavramlar perde arkasında çok daha karanlık bir işlev görür. “Adalet ve Kalkınma” ya da İngilizcesiyle Justice and Development, insan hakları ve ekonomik kalkınma maskesi altında yürütülen küresel operasyonların en güzel örneklerinden biridir. Washington’da 1996 civarında doğduğu söylenen bu fikir, aslında devletlerin bağımsızlığını törpüleyen, ekonomik ve siyasi kontrol için kullanılan bir şifreydi.

Banu Avar’ın belgesellerinde sıkça gördüğümüz gibi: dışarıdan bakınca her şey “adil ve ilerici” görünür, ama işin içinde dönen çarklar, fonlar ve gizli ajandalar çoğu zaman gözden kaçırılır.

Tarihsel Arka Plan: Küresel Planın Temelleri

  • 1945 sonrası: Dünya Bankası ve IMF, kalkınma raporları ve yardımlar aracılığıyla ülkelerin iç işlerini şekillendirmeye başladı.
  • 1990’lar: Soğuk Savaş sona erdi, Washington merkezli küresel tek kutuplu dünya düzeni doğdu. “Demokrasi ihracı” ve “kalkınma yardımı” ikilisi artık ülkeleri kontrol etmek için temel araç oldu.
  • 1996: Operasyonun fikirsel olarak şekillendiği, adalet ve kalkınma kavramlarının küresel politika terminolojisine entegre olduğu kritik yıl.

Operasyonun Mekanizması

Adalet

Uluslararası mahkemeler, insan hakları raporları ve demokratik standartlar, çoğu zaman ülkelerin iç işlerine müdahale etmek için araç olarak kullanılır. Hukuk maskesi altında yürütülen bu operasyonlar, uluslararası güçlerin çizdiği sınırlar dahilinde işler.

Kalkınma

Krediler, fonlar ve reform paketleri ile ülkeler ekonomik bağımlılığa sürüklenir. Kalkınma adı altında uygulanan politikalar, yerel üretimi azaltır, kaynakları küresel piyasanın çıkarına yönlendirir.

Sahadaki Kirli Çamaşırlar

  • Balkanlar: Yugoslavya’nın parçalanması, “adalet” ve “barış” maskesiyle gerçekleşti.
  • Ortadoğu: Irak, Afganistan ve Libya operasyonları, kalkınma ve demokrasi söylemleriyle meşrulaştırıldı.
  • Afrika: Dünya Bankası fonlarıyla borçlandırma ve kaynak sömürüsü.
  • Türkiye ve Benzeri Ülkeler: Siyasal hareketlere “adalet ve kalkınma” maskesi çekilmesi, halkın bilinçli veya bilinçsiz yönlendirilmesi.

Güvenilir Kaynaklarla Derinlik

  • The New Yorker – The Next Crusade: Dünya Bankası’nın “adalet” ve “yolsuzlukla mücadele” gibi kavramları nasıl global politika aracı olarak kullandığını anlatır. Link
  • Julian Culp – Global Justice and Development: Küresel adalet ve kalkınma kavramlarının kuramsal çerçevesini sunar. Link
  • Ramos‑Maqueda & Daniel Chen – The Role of Justice in Development: Empirik verilerle adalet kurumlarının ekonomik büyüme ve toplumsal güven üzerindeki etkisini tartışır. Link
  • Banu Avar: Belgesellerindeki gözlem ve anlatım tarzı, bu operasyonların sahadaki dramatik yüzünü gözler önüne serer.

Maskenin Düşüşü

Adalet = güçlünün hukuku.
Kalkınma = bağımlılığın kalıcılaştırılması.
Kulağa masum gelen kavramların, küresel kontrolün ve emperyal operasyonların yumuşak kılıfı olduğu açığa çıkar.

İnsanlık için Uyarı

“Justice and Development – Adalet ve Kalkınma Operasyonu”, sadece kavram değil, bir küresel müdahale stratejisidir. Adalet ve kalkınma adı altında yürütülen bu operasyonlar, çoğu zaman halkların kendi iradeleri ve bağımsızlıkları üzerinden şekillenir. Banu Avar’ın belgesellerinde gördüğümüz gibi, dışarıdan bakınca her şey masum görünse de, perde arkasında dönen çarklar ve kirli ajandalar insanlığın gerçekleriyle yüzleştirir.