Belhizar
Tarih 800’lü yıllar…
Sarp Dağların eteklerinde, göğe doğru yükselen minareleri ve çarşılarında yankılanan dualarıyla bir şehir vardı: Belhizar.
Bu şehir yalnızca taş ve topraktan değil, imanın harcıyla inşa edilmişti. İnsanları terazide doğru, sözlerinde dürüst, işlerinde titizdi. Zengin fakiri gözetir, alim sanatkârı över, sanatkâr da ilmin yolunu açardı. Herkes birbirini bir zincirin halkaları gibi tamamlardı.
Belhizar, medreseleriyle ünlüydü. Uzak diyarlardan öğrenciler gelir, burada hem ilim hem edep öğrenirdi. Ustaların ellerinde işlenen ahşap, mermere kazınan yazılar, kalemlerin ucundan süzülen satırlar… Hepsi aynı kaynaktan beslenirdi: inançtan.
Fakat ufukta kara bulutlar toplanıyordu. İnançlarına bağlı bu şehre, kalpleri saptırmak isteyen bir topluluk göz dikmişti. Onlar, şehri kılıçla değil; sözlerle, fitneyle ve gönülleri boşaltarak ele geçirmek istiyorlardı…
nasır beyin oğlu yusuf
Belhizar’ın kalbi, hem adaletle hem de imanla atardı. Bu düzenin başında şehrin beyi Nasır Bey vardı. Nasır Bey, tecrübeli, saygı duyulan bir yöneticiydi. Fakat onun oğlu Ataş Yusuf, adalet ve ahlak hususunda babasından bile daha titizdi.
Çarşılarda bir terazinin hileyle oynatıldığını görse, anında müdahale ederdi. Bir sözde yalan, bir ticarette haksızlık duysa, susmazdı. O yüzden halk ona “adaletin kılıcı” derdi.
Yusuf’un gönlü ise dünyalık heveslerden uzaktı. Lakin bir gün, Belhizar’ın medrese avlusunda, kader onu bir bakışla sınadı.
O gün avluda, Zeynep vardı. İffetiyle bilinen, inancıyla çevresine güven veren, güzelliği kadar heybetiyle de dikkat çeken bir kadındı. Sadece yüzünün nuru değil, sözlerindeki vakar da onu bambaşka kılıyordu.
Yusuf, onunla ilk karşılaştığında ne güzelliğine kapıldı, ne de hevesine. Aksine, Zeynep’in vakarında gördüğü imanın derinliği, kalbini sarsmıştı.
Bir an için avluda rüzgar dindi, zaman yavaşladı. Yusuf’un gözleri Zeynep’te, Zeynep’in gözleri yerdeydi. O andan sonra Yusuf’un içinde hem bir aşk, hem de bir imtihan başladı.
Ve belhizar
Belhizar, yıllardır dışarıdan saldırılara göğüs germişti. Bu toprakları ele geçirmek isteyenlerin başında ise Zalım Darıtay vardı. Defalarca şehre saldırmış, ama her seferinde bu kenetlenmiş halkın karşısında hüsrana uğramıştı.
Bu kez ordusunu yeniden toplamıştı. Savaş çadırında haritalar serili, kılıçlar bilenmiş, davullar hazırlanmıştı. Ama Darıtay’ın içinde bir korku vardı:
“Ya yine başaramazsam? Bu defa kendi halkımın gözünde itibarımı kaybederim…”
Yola çıkmadan önce, uğursuz kehanetleriyle tanınan şaman Camaku’nun çadırına girdi. İçeride kesif dumanlar yükseliyor, ateşin üstünde kanlı işaretler yanıp sönüyordu. Camaku’nun yüzü dehşet verici bir gölgeyle kararmıştı.
Darıtay, başını eğerek sordu:
— “Efendim… Yine Belhizar’a saldıracağım. Bir nasihatiniz var mı?”
Camaku, uğursuz bir kahkaha attı. Ardından gözlerini kısarak, dumanların arasından zalime döndü:
— “Yine hüsrana uğrayacaksın.”
Darıtay, şaşkınlıkla:
— “Ne yapmamı tavsiye edersiniz?”
Camaku, dumanı eliyle savurup hırıltılı bir sesle:
— “Ordunu geri çek…”
Darıtay öfkeyle ayağa fırladı:
— “Ama efendim, yıllardır bekledim! Belhizar benim olmalı!”
Camaku’nun sesi gök gürültüsü gibi çınladı:
— “Onları böyle yenemezsin. Kılıçla, okla, ateşle… Asla! Çünkü onların gücü taşlarda değil, kalplerinde. Birbirlerine olan sadakatlerinde, imanlarındadır.”
Darıtay çaresizlikle sordu:
— “Ya peki… ne yapayım?”
Şamanın gözleri kıpkırmızı parladı:
— “Maneviyatlarını boz. İnançlarını sars. Kalplerine şüphe düşür. İşte o zaman en sağlam duvarları bile kendi elleriyle yıkarlar.”
Darıtay, derin bir nefes aldı, bakışları şeytani bir ışıkla parladı:
— “Anladım…”
O an Belhizar için yeni ve daha tehlikeli bir savaş başlıyordu. Artık meydanlarda değil, kalplerde.
Darıtay
Şaman Camaku’nun sözlerinden sonra Darıtay, karargâhına döndü. Çadırında büyük bir meşale yanıyor, gölgeler duvarlarda kıvrılıp duruyordu. Etrafında en güvendiği danışmanları diz çökmüştü:
Ulunike: Zenginliğiyle ve şatafatlı giyimiyle tanınan, gösteriş meraklısı bir adam.
Börte: Tüccar kafalı, her şeyin ticaretle çözüleceğine inanan kurnaz bir akıl.
Lora: Sinsi, tilki gibi bakışlarıyla bilinen, entrikada usta bir danışman.
Darıtay seslendi:
— “Belhizar’ı kılıçla alamadık. Şimdi kalplerini hedef alacağız. Söyleyin bana, hangi kapıdan girersek bu surlar yıkılır?”
Ulunike, rengârenk elbiselerini düzelterek öne çıktı:
— “Efendim, bu halk sade yaşıyor. Eğer onların giyim kuşamına el atarsak, gösterişi, ihtişamı yayarsak… bir süre sonra kendi değerlerini unutur, birbirine özenirler. Zayıflık oradan girer.”
Darıtay başını salladı. Ardından Börte söze karıştı:
— “Hayır beyim. Onların kalbi çarşıdadır. Ticaretin içine sızalım. Mallarıyla oynayalım, ihtiraslarını kabartalım. Böylece helali haramı karıştırır, birbirine düşerler. Bir şehri düşürmek için kılıç değil, para yeter.”
Tam o sırada Lora, ince sesiyle gülerek öne çıktı:
— “Beyler! Hepiniz bir şeyler söylüyorsunuz ama unuttuğunuz bir şey var.”
Darıtay kaşlarını çattı:
— “Söyle Lora. Aklında hangi tilkiler dönüyor?”
Lora gözlerini kısıp fısıldadı:
— “Din adamları… Yani bizim adamlarımız.”
Çadırda derin bir sessizlik oldu. Alevler çıtırdadı, gölgeler titredi. Darıtay’ın yüzünde sinsice bir tebessüm belirdi.
— “Demek kalpleri yıkmanın yolu minberden geçiyor ha… O halde önce inançlarına sızacağız.”
Darıtay kaşlarını çatarak:
— Söyle bakalım Lora, bu iş ne kadar sürer?
Lora, ince uzun parmaklarınındaki yüzükleriyle oyayarak, kurnazca bir tebessümle:
— Yedi yıl... dedi.
Darıtay öfkeyle yerinden doğruldu:
— Çok! Bu kadar bekleyemem. Halkım bana sabırsız gözlerle bakıyor.
Lora, gözlerini kısıp biraz daha yaklaşarak:
— O vakit beş yıl... beş yıl beklemeyen, zafere hiç ulaşamaz, diye fısıldadı.
Bu söz, Darıtay’ın içine işledi. Sanki ruhunun en derin köşesine bir diken gibi saplandı. Birkaç nefes aldı, sonra başını salladı:
— Tamam, iş sizde.
Lora, sinsi bir gülümsemeyle meclisten ayrıldı. Gece karanlığında avuçlarındaki beyaz güvercinlere küçük tomarlar bağladı. Her tomarın içinde kısa, keskin emirler yazılıydı:
“İki yılınız var. Ya alim olarak varırsınız buraya, ya ölürsünüz.”
Güvercinler, kanat çırpıp karanlık göğe yükseldi. Birer birer İslam beldelerine doğru süzülürken Lora’nın gözleri parlıyordu. Çünkü biliyordu; düşmanı dışarıdan kuşatmak kolaydı, fakat içeriden çürütmek… işte asıl zafer oradaydı.
(Yusuf ve Zeynep’in Rüyaları)
Gece, Belhizar’ın sokaklarına sessizlik hâkimdi. Sadece medreselerin kubbelerinden yükselen ezber sesleri yankılanıyordu. O gece Yusuf da Zeynep de derin uykulara daldı, ama gönüllerine farklı rüyalar konuk oldu.
Yusuf, rüyasında şehrin üzerinde kara dumanlar gördü. Duman, dağların doruklarından yükseliyor, Belhizar’ın minarelerine, evlerine, sokaklarına çöküyordu. Ne kadar uğraşsa da eliyle dağıtamıyor, nefesiyle üflese de karartı gitmiyordu. O an kalbine bir sıkıntı saplandı: “Bu duman, yalnızca ateşin değil, imanların sönüşünün dumanı…” diye hissetti.
Zeynep ise rüyasında, elinde uzun asasıyla bir sarıklı gördü. Yüzü gölgelenmişti, simasını seçemiyordu. Sarıklı adam şehrin cadde ve sokaklarında dolaşıyor, ama yürüdüğü her yere necaset saçıyordu. İnsanlar önce onu bir âlim sanıyor, ardından kokuyu hissedince yüzlerini buruşturuyordu. O ise gülerek devam ediyor, kirlettiği yerlere bakmadan ilerliyordu. Zeynep, rüyasında gözyaşlarına boğuldu: “Bu şehir temizdi… bu sokaklar tertemizdi…”
Sabah olduğunda Yusuf ve Zeynep, farklı mekânlarda, ama aynı telaşla uyandılar. Her ikisi de rüyalarının tesirini atamadı. Birbirlerinden habersiz aynı sözü mırıldandılar:
— Belhizar üzerine kara bulutlar geliyor…
Sabahın serinliği Belhizar’ın sokaklarına çökmüştü. Çarşı henüz açılmamış, yalnızca serçelerin cıvıltısı duyuluyordu. Zeynep, ağır adımlarla yürüyerek şehrin köşesinde taş sedirin üzerinde oturan Mahmud Dede’nin yanına geldi.
Mahmud Dede, seksenini aşmış, sakalı bembeyaz, gözleri hâlâ dirayetli bir ihtiyardı. Onu gören herkes selâm durur, elini öperdi. Zeynep de edeple eğildi, elini öptü.
Mahmud Dede, onun yüzündeki solgunluğu fark etti:
— Kızım, yüzünde bir korku var. Ne oldu sana?
Zeynep, başını eğdi. Bir müddet sustu. Sonra kısık bir sesle:
— Dede… rüyam çok kötüydü… dedi.
— Anlat kızım, rüyayı saklamak bazen yük olur.
Zeynep derin bir nefes aldı, rüyasını baştan sona anlattı: Sarıklı birinin sokaklarda dolaşıp necaset saçmasını, halkın önce aldanmasını sonra şaşkınlığa uğramasını…
Mahmud Dede’nin yüzü ciddileşti, gözleri yere çevrildi. “Allah hayra çıkarsın” diye mırıldandı.
Tam o sırada karşıdan Yusuf görünüyordu. Elinde küçük hurma sepetleriyle, karşılaştığı herkese birer avuç hurma veriyordu. Çocuklara gülüyor, ihtiyarlara hürmetle eğiliyordu.
Mahmud Dede kaşlarını kaldırıp seslendi:
— Yusuf oğlum, ne yapıyorsun böyle sabah sabah?
Yusuf sepetten bir hurma alıp dedeye uzattı:
— Sadaka dağıtıyorum dede… belanın def’i için.
Mahmud Dede şaşırdı:
— Hangi bela oğlum?
Yusuf derin bir nefes aldı:
— Dede, bu gece bir rüya gördüm. Şehrin üstünde kara duman vardı. Ne kadar uğraşsam da dağıtamadım. İçim daraldı… Bu belayı ancak sadaka ve dua ile def edebiliriz, dedim.
O sırada Zeynep’in gözleri Yusuf’a çevrildi. Yusuf da Zeynep’e baktı. İkisinin de yüzünde aynı korkunun izleri vardı.
Bir anlık sessizlik oldu. Sanki Belhizar’ın taş duvarları bile bu bakışmaya şahitlik etti.
Mahmud Dede, ağır bir sesle konuştu:
— Demek ki işaret birdir. Allah size rüyada aynı haberi vermiş. Şehir üzerine kara bir imtihan geliyor, ama unutmayın: İnancın gölgesi, müminin siperidir.
İki Yıl Sonra
Kara Plan
Yusuf ve Zeynep, rüyalarında sık sık benzer işaretler gördüler. Şehrin üstüne çöken duman, sokaklara necaset saçan sahte sarıklı… Kalplerinde korku ve ihtar vardı.
Ve Lora
“Ya âlim olarak dönersiniz, ya ölü.”
Emrini verdiği casusları
Okumadık kitap, oturmadık âlim dizini bırakmadılar.
artık loranın huzurundalar ve göreve hazırlar
— Efendimiz, görev için hazırız.
Lora, sinsi bir tebessümle başını salladı.
Sübeday’in Girişi
Bir sabah vaktiydi… Belhizar’ın sokaklarına yeni doğan güneşin ışığı vurmuştu. Esnaf, tek tek dükkânlarını açıyordu.
Kimi elinde süpürge, dükkânının önünü temizliyordu.
Kimi raflarını düzeltiyor, terazisini parlatıyordu.
Kimisi sepetlere doldurduğu tavukları satmaya çıkarıyor, kimisi taze yumurtaları diziyor, kimisi yoğurt küplerini hazırlıyordu.
Çarşı yavaş yavaş canlanıyor, pazar yerine bereketli bir koku yayılıyordu.
Tam o sırada, çarşının ucundan bir adam belirdi. Heybetliydi. Gözleri ağırbaşlı, yüzünde yapmacık bir tevazu parlıyordu. Ağzı sürekli zikirdedir:
— Maşallah… maşallah… Ne güzel bir şehir! Ne temiz insanlar! Sizleri görmek, sizlere hizmet etmek ne büyük nimet…
Esnaf, şaşkın gözlerle onu izledi. Bazısı selâm verdi, bazısı içinden “ne edepli, ne imanlı biri” diye geçirdi.
Ama kimse bilmezdi ki o adam, Lora’nın casuslarından biriydi.
Gerçek adı başka diyarlarda bilinse de, Belhizar’a “Mulla Kamil” takma adıyla girmişti. Casusların içinde en kurnazıydı.
Mulla Kamil’in Gölgeleri
Mulla Kamil, Belhizar’a yerleşti. İlk günlerden itibaren çarşının en işlek sokaklarında görünür oldu.
Kimi zaman esnafa meşrubat dağıtır,
kimi zaman gelene geçene ikramda bulunur,
çocuklara hurma dağıtır, omuzlarını okşar, dualar ederdi.
Konuşurken gözlerini kısar, ellerini göğe açar, sürekli “Dinimiz böyle emreder” derdi. En ufak bir meselede bile sertleşir, “Olmaz! Dinimiz bunu kabul etmez!” diye sesini yükseltirdi. Halk, onun bu tavizsiz hâline hayran kaldı. “Ne imanlı, ne dindar adam!” diye onu över, meclislerde ismini anar oldu.
Fakat herkes aynı kanaatte değildi.
Ataş Yusuf, Mulla Kamil’in yüzüne dikkatle bakar, gözlerinin kenarındaki sert hatları, burnunun kemikli yapısını ince ince süzerdi. “Bu sima, bana Darıtay’ın halkından kimseleri hatırlatıyor…” diye içinden geçirirdi.
Zeynep ise kulak kesilirdi. Onun konuşmalarındaki hafif bir lehçe farkını yakalamıştı. Belhizar halkının dilinde olmayan, ama çok ince bir tınıyla beliren bir ses kayması… Kimse fark etmezdi, ama Zeynep’in gönlüne düşen şüphe her geçen gün artıyordu.
Halk, Mulla Kamil’e hayranlıkla yaklaşırken Yusuf ve Zeynep’in kalbinde yavaş yavaş şu düşünce büyümeye başladı:
— Bu adam göründüğü gibi değil.
Fetnenin ateşlenmesi
Bir gün, çarşının en kalabalık vakitlerinde Mulla Kamil’in eşi ve kızları meydana çıktılar. Elbiseleri halkın giysisine benziyordu ama ince bir süs, çok hafif bir darlık vardı üzerinde. Kadınlar, satıcılar ve genç kızlar arasında fısıltılar dolaşmaya başladı:
— Bunlar kim ola?
— Nereden gelmişler?
— Bu kadar süslü giyinen bizim köyden değil...
Nihayet biri cesaret edip sordu, “Siz kimin ailesisiniz?” diye. Kadınlar, tebessüm ederek cevap verdiler:
— Biz, Mulla Kamil’in ailesiyiz.
Kalabalık arasında sessizlik oldu, fakat gözlerde merak ve imtihanın kıvılcımı parladı. Derken, içlerinden biri, kibarca sordu giysiniz değişik, nerenin giysisi .
Bu giysilermi, bunlar bize şeyh nur' un ailesinden hediye edildi diye cevap verdiler.
— Evet, Şeyh Nur’un ailesi... onlar bizi unutmadılar, biz de onları unutmuyoruz, dediler.
O an Mulla Kamil’in planladığı kıvılcım çarşıya düştü. Şeyh Nur, uzak diyarlarda olsa da adı namus ve takva ile anılırdı. Mulla Kamil, o kutlu ismi ağzına alarak, sinsi bir tebessümle:
Ve böylece, halkın zihnine şüphe düştü. Fitnenin ateşi, en güvenilir ismin gölgesinde yanmaya başlamıştı.
Halk arasında fısıltılar bir ateş gibi yayılıyordu. Kimisi “Şeyh Nur’un ailesi bu hediyeyi vermişse bunda hikmet vardır” diyordu; kimisi ise “Olmaz, bu bize uygun değil” diye karşı çıkıyordu. Çarşının kalabalığında sesler yükseldi, tartışmalar kızıştı.
Tam bu sırada, Belhizar kapısından yeni bir kervan girdi. Yükünde sıradan kumaşlar, tüccar kisvesi, dilinde dua vardı. Bu, Lora’nın ikinci casusuydu: Seyfeddin takma adıyla dolaşan fitne ehli.
Tesadüfmiş gibi, çarşıda bir köşe döndü ve Mulla Kamil ile ailesine rastladı. Kalabalığın gözleri önünde, birden sevinçle sarıldılar:
— Ey Kamil kardeşim, dedi tüccar Seyfeddin, seni burada görmek büyük bir nimet!
— Ya Seyfeddin, dedi Mulla Kamil, sen buraya nereden geldin?
Halk şaşkınlıkla bakarken, tüccar Seyfeddin’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Omuzları titredi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Mulla Kamil merakla sordu:
— Nedir bu hal, neden ağlıyorsun ey Seyfeddin kardeşim?
Seyfeddin elleriyle Mulla Kamil’in ailesini işaret etti:
— Şu bacılarımın üzerindeki elbiseyi gördüm de… birden Şeyhim, Şeyh Nur’u hatırladım. O mübareğin emanetleri gözümün önüne geldi.
Kalabalıktan bir uğultu koptu. Kimileri hayranlıkla başını salladı, kimileri “Demek ki doğruymuş” dedi. Fitne artık şüphe olmaktan çıkmış, kalplere taş gibi yerleşmişti.
Kadınlar arasında merak ve heves büyüdü. Her biri Mulla Kamil’in ailesinin giydiği elbiselerden ister oldu. “Biz de o kumaştan istiyoruz, bize de getir” diyerek tüccar Seyfeddin’in etrafını sardılar.
Seyfeddin önce geri durdu, başını öne eğip mahcup bir tavırla:
— Ah bacılarım, dedi, ben sizlere hepsinden getirmek isterim. Ama bilirsiniz, ben sadece kumaş satarım, bu elbiseler bende hazır bulunmaz.
Kadınların ısrarı arttıkça tüccarın sesi yumuşadı. Bir an sustu, ardından gözlerini kapayıp derin bir iç çekti:
— Peki… madem ısrar ediyorsunuz, bu da şeyhimin kokusunu tüm diyara yaymak demektir. O halde kabul ediyorum!
Kalabalığın içinde bir sevinç dalgası yayıldı. Kadınların gözleri parladı, dillerinde dualar, kalplerinde hevesler vardı.
Ve o haber, güvercinlerle çok uzaklara, Lora’ya ulaştı.
Lora mektubu açıp satırları okurken dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Başını kaldırdı, gözleri parladı:
— İşte, dedi, fitne meyvesini vermeye başladı.
Hemen terzilere emir gönderdi:
— Elbiseler hazırlanacak! Daha süslü, daha göz alıcı… ve evvelkinden biraz daha dar olacak!
O an çadırın içini kahkahası doldurdu. Lora’nın gözünde bu artık bir ticaret değil, bir hançerdi. Halkın içine atılan bir hançer…
Ataş Yusuf, fitnenin çarşı çarşı yayıldığını gördükçe yüreği kor gibi yanıyordu. Elini sıkı sıkıya tuttuğu kılıcının kabzasına götürdü. Bir anlık öfkeyle Mulla Kamil’in de, tüccar Seyfeddin’in de başını uçurmak istedi.
Ama kalabalığa baktığında durdu. Halkın gözü önünde bunu yaparsa, fitnenin ateşi büsbütün büyüyecekti. “Zalimin başını almak kolaydır,” diye düşündü, “asıl zor olan halkın gönlündeki zehri sökmektir.”
Bunun üzerine Belhizar’ın büyük medresesindeki tüm âlimleri topladı. Medrese avlusunda toplananların yüzleri gergindi. Yusuf, ayağa kalktı ve sesini yükseltti:
— Ey âlimler! Bu şehre fitne girdi. İmanımızı, iffetimizi, ailemizi hedef aldılar. Sizden fetva isterim: bu ikiyüzlüleri susturalım mı, yoksa daha fazla mı bekleyelim?
Avluda uğultular başladı. Bazı âlimler yumruklarını sıktı, yüzleri kıpkırmızı oldu. Onlar Yusuf gibi ateşten bir hiddetle doluydu. İçlerinden biri yüksek sesle bağırdı:
— Bu sahtekârların kanı vaciptir! Daha neyi bekliyoruz?
Ama öte yandan, bazı âlimler suskunlukla başlarını eğdiler. İçlerinden biri, ağır adımlarla öne çıktı, sakalını sıvazladı ve yumuşak bir sesle konuştu:
— Yusuf oğlum… Biz şeyhten daha iyi bilemeyiz. Onun adı göklerde duyulmuş, himmeti diyar diyar yayılmıştır. Belki de bunlar onun işaretidir.
Kalabalık bir an sessizleşti. Yusuf’un gözleri parladı, öfke damarlarına yürüdü. Yumruğunu havaya kaldırıp haykırdı:
— Sizler de mi teslim oldunuz cehalete? Hak ile bâtılı ayıramayan âlim, âlim değildir!
Avluda sözler gök gürültüsü gibi çarpışıyordu. Bir yanda Yusuf’un öfkesi, bir yanda cehalete teslim olmuşların suskunluğu…
Fitne artık yalnızca sokaklarda değil, âlimlerin kalbinde de çatlak açmıştı.
Artık Belhizar’ın kalplerinde tefrika büyümüş, dost ile düşman arasındaki çizgi bulanıklaşmıştı.
Tüccar Seyfeddin, her defasında şehre yeni yükler getiriyordu. Her yük, biraz daha süslü, biraz daha dar, biraz daha kışkırtıcıydı. Ve gün geldi ki Belhizar’ın sokaklarında dolaşanlar, kendi şehrinde değil de başka bir diyara adım atmış gibi hissettiler. Çarşıdaki giyim, kadınların sohbetleri, gençlerin bakışları… Her şey değişmişti.
Ama taviz vermeyen, dik duran kadınlar da vardı. Onların başında ise Maral Zeynep bulunuyordu.
O, iffetiyle ve kararlılığıyla adeta şehrin kalbine çakılmış bir kazık gibiydi.
Kadınlar arasında bir araya geldiğinde yüksek sesle konuştu:
— Ey bacılar! Şunu iyi bilin ki bir elbise, yalnızca bedenimizi örtmez; imanımızı da ya korur ya da açığa çıkarır. Bu kumaşlar, imanımızı soymak için dokunmuştur!
Kimi kadınlar başlarını öne eğdi, utanarak geri çekildi. Ama kimileri, nefsin hoşuna giden süslere kapılmıştı.
— Zeynep, sen çok abartıyorsun, dediler.
— Hayır! Abartan ben değilim, dedi Zeynep. Abartan şeytanın kendisidir.
Onun kararlı tavrı kulaktan kulağa yayıldı. Genç kızlar arasında hâlâ ona bakan, onu örnek alan bir grup vardı. Onlar sayesinde Belhizar’ın bütün kapıları henüz kapanmamış, iman kandilleri henüz sönmemişti.
Ama Lora’nın casusları da bu direnci görüp yeni bir plan kurmaya koyuldu…
Lora, Belhizar’da büyüyen fitneye rağmen hâlâ tam anlamıyla darbe vurmaya hazır olmadığını hissediyordu.
O yüzden yeniden Darıtay’ın danışmanlarını topladı.
Börte öne çıktı:
— Daha çok kutuplaştırmalıyız, dedi. Halkı ikiye ayırmak… Bir kısmı diğerine düşman kesilirse, kılıç çekmeden şehri teslim alırız.
Lora gözlerini kısarak düşündü:
— Peki ama nasıl?
O sırada Ulunike, sinsice gülümseyerek öne eğildi:
— Bir fikrim var. Ataş Yusuf’u lekelemek…
Lora, bir an kaşlarını kaldırdı:
— Yusuf mu? O şehrin gözbebeği, en temiz delikanlısı. Halk onu babasından bile çok sever. Böyle birini nasıl lekeleyeceksin?
Ulunike, dudaklarını yaladı ve kurnazca konuştu:
— Casuslarımıza emir verelim. Her gece, sanki Yusuf’un evinden çıkıyormuş gibi dolaşsınlar. Kimileri gizlice onun kapısından girip çıksın. Halk gözleriyle görsün… Ve desin ki: “Meğer Yusuf da onların adamıymış.”
Börte kıkırdadı:
— Çok sinsi… Halkın güveni bir kere kırıldı mı, ne Yusuf kalır, ne direniş.
Lora başını salladı.
— Güzel. İşte kalpleri çürütmenin yolu bu… Yusuf’u kirletirsek, Belhizar’ın direnci çöker.
Ve o gece, ilk oyun sahneye konuldu. Yusuf’un evinin etrafında gölgeler gezmeye başladı…
Plan devreye girdi ve günler geçtikçe Belhizar’ın sokaklarında artık tek bir dedikodu dolaşır oldu:
“Ataş Yusuf hainmiş…”
Önce fısıltı halinde yayıldı, sonra kahvehanelerde, medrese kapılarında, hatta kadınların tandır başındaki sohbetlerinde yankılandı.
Ve o sırada, timsah gözyaşlarıyla sahneye çıkan Mulla Kamil, her sözde merhamet ve dindarlık süsüyle içini döktü:
— Yazık… Çok yazık… Yusuf çok temiz bir insandır, ama gönlüm yanıyor! Halkımızı korumak için bunu dile getirmem gerek.
Böyle deyip gözünden yaş süzdü. O sahte gözyaşları kalpleri kandırıyor, fitneye zemin hazırlıyordu.
Artık şehirde sevgi yoktu, güven yoktu, bereket yoktu. Yağmurlar bile eskisi gibi yağmaz olmuştu.
Kadınların iffeti her geçen yıl biraz daha çözülüyor, elbiseler her defasında daha da dar, daha da gösterişli hâle geliyordu.
Ataş Yusuf’un çevresinde pek az imanlı kalmıştı. O yiğit, adeta köpük gibi yalnızca yüzeyde kalmış, koca şehir onu itip kenara çekmişti.
Ve nihayet bir gün, çarşının en kalabalık olduğu vakitte Mulla Kamil ayağa kalktı, sesi koca pazarı doldurdu:
— Ey ahali! İçim parçalansa da bunu size söylemek zorundayım. Şehrimizin huzuru için, Yusuf ve çevresindekileri Belhizar’dan uzaklaştırmalıyız. Artık burada kalmaları uygun değildir!
Kalabalık bir an sessizleşti. Sonra kimileri başlarını salladı, kimileri gözyaşı döktü, kimileri de Yusuf’a gizliden gizliye bakıp “Demek doğruymuş…” diye fısıldadı.
Yusuf’un kalbine ise dağlar devrildi.
Zeynep, çarşıda yankılanan sözleri işittiğinde bir an dünyası başına yıkıldı. Dizlerinin bağı çözülecek gibiydi. Ama derhal toparlandı, derin bir nefes aldı.
“Eğer ben de yıkılırsam, Yusuf da yok olur. O zaman Belhizar sahipsiz kalır,” diye düşündü.
Ve metin olmaya karar verdi.
Bir akşamüstü Yusuf ile karşılaştılar. Yusuf’un yüzü solmuş, gözlerinde derin bir keder vardı. Zeynep ise ona bakıp sarsılmaz bir tebessüm sundu.
Yusuf, o tebessümü görünce kalbinde bir kıpırtı hissetti. Ama başını eğdi ve hüzünle konuştu:
— Ey Belhizar’ın maralı… Keşke ben de sana tebessüm edebilseydim. Lakin takatim kalmadı.
Zeynep, gözlerini ona dikti ve sesi dağlar kadar güçlüydü:
— Üzülme ey koca Yusuf. Sen sınanmayacaksın da kim sınanacak? Üzülme ey Ataş Yusuf! Belki de Allah, ayakları sabit olanlarla olmayanları ayırmak istiyor.
Bu sözler Yusuf’un gönlüne serin bir meltem gibi esti. İçindeki karanlık dağılırken, gözleri yeniden ışıldadı. Bir an için bütün yorgunluğu hafifledi, sırtındaki yük inceldi.
Ve o an, Yusuf yeniden ayağa kalktı.
Artık Belhizar sokaklarında yeni bir uğultu vardı:
“Yusuf ya şehirden ayrılır ya da biz onu zorla çıkarırız!”
Bu sesler çığ gibi büyüyünce, Yusuf, Zeynep ve etrafındaki az sayıdaki sadık yoldaş yüklerini yüklenip Belhizar’dan ayrıldılar. Günler süren yolculuğun sonunda Gök Tepe’ye vardılar.
Ama artık orası Gök Tepe değil, onların gönlünde Sürgün Tepe idi.
Böylece Belhizar savunmasız kalmıştı. Bir kale, ruhsuz bir bedene dönmüştü.
Geriye yalnızca bir hamle kalmıştı.
Ve o hamleyi yapmak için yine meydana çıkan Mulla Kamil, kalabalığa tatlı sözlerle seslendi:
— Ey ahali! Artık şehrimiz güvenli, sade ve huzurlu. Dostlarımla konuştum; size en iyi ticaret yollarını açmak için var gücümle çalışacağım.
Halk, sözleri alkışlarla, dualarla, övgülerle karşıladı. Ortalık bayram yerine döndü.
Bilmezlerdi ki sona yaklaşılmıştı.
Mulla Kamil, sözlerine devam etti:
— Ey ahali! Size bir müjde vereyim! Birkaç gün içinde ovadaki bütün tüccarları burada olacaklar.hepsini Buraya davet ettim. Yüzlerce tüccar buraya gelecek. Yiyeceğiz, içeceğiz, büyük anlaşmalar yapacağız!
Halk, sevinç nidalarıyla ayağa kalktı. Şehir şenlik yerine döndü.
Ama kimse bilmiyordu ki o tüccarlar, gerçekte istilanın ayak sesleri idi…
Ve artık kervan ahalisi ve tüccar kılığ8nacgirmiş nökerler Belhizar’a adım adım girmeye başladı. Önce kimse fark etmedi. Birkaç gün içinde sayıları çoğaldı.
Sonunda bir sabah, halk uyandığında her kapının önünde nöker giysili askerler belirdi. Gür seslerle bağırıyorlardı:
“Dışarı çıkmayın! Artık burası bizimdir!”
Çaresiz insanlar kapılarını zorlayıp dışarı çıkmak isteseler de iş işten geçmişti. İstila çoktan tamamlanmıştı.
Ve o anda gözler gördü ki; nökerlerin arasında alaycı gülüşleriyle Mulla Kamil, eşi ve kızları da aynı elbiseleri giymişti. Halkın yüreğine zehir gibi bir gerçek indi.
İşte o vakit anladılar;
Artık çok geçti.
Başlarına kara sular inmişti.
Darıtay, Belhizar meydanında göğsü kabarık, kibirli gülüşüyle dikiliyordu. Yanında tüccar kılığındaki Seyfeddin kıs kıs gülüyordu.
Kalabalığın üzerine eğilip kahkahalarla seslendiler:
“Şeyhlerinizin elbiseleri ne de yakışmış size! Bakın, artık sizin önderleriniz bizim nökerlerimiz oldu.”
Bu sözler Belhizar’ın taş sokaklarında yankılandı. Her kahkaha, halkın göğsüne saplanan paslı bir hançer gibiydi.
Kadınlar çocuklarını kucaklarına bastı, ihtiyarlar gözlerini yere indirdi. Erkeklerin dişleri kırılası bir öfkeyle sıkıldı ama elleri zincire vurulmuştu sanki.
Darıtay’ın sesinde zaferin çirkin şımarıklığı vardı:
“Artık Belhizar bizimdir! Ne sevginiz kaldı, ne güveniniz, ne de şerefiniz! Siz kendiniz ihanetin yolunu açtınız!”
Ve o an şehir sustu.
Sessizlik bile feryat gibi acıydı.
Artık Belhizar, zincirlerin gölgesinde yaşamaya mahkûmdu.
Her sokakta nökerlerin postalları, her kapıda işgalin nefesi vardı.
Halk, Mulla Kamil’in yaltaklanmalarını ve Darıtay’ın kahkahalarını işittikçe, içlerini kemiren pişmanlık ateşiyle kavruluyordu.
Her lokma boğazlarına diken, her bakış birbirlerine mahcubiyet oldu.
Bir zamanlar Yusuf’u taşlayan diller, şimdi utançla sustu.
Sürgüntepe’de ise farklı bir hava vardı.
Ataş Yusuf, yanında kalan az sayıdaki yiğidi ve Zeynep ile birlikte obasını kurmuştu.
Gökyüzü orada daha berrak, rüzgâr daha serin esiyordu.
Belhizar’ın tozlu dumanlı havası yerine, dağların dinginliği vardı.
Yusuf, ne zaman içini kasvet kaplasa Zeynep’in gözlerine bakar, orada sabırla yoğrulmuş bir güç bulurdu.
Onun tebessümü Yusuf’un ateşini yatıştırır, gönlünü dinginleştirirdi.
Artık Yusuf biliyordu:
Zafer kılıçla değil, sabırla kazanılacak.
Ve Belhizar’ın pişmanlığı, gün gelecek sabrın meyvesine dönüşecekti.
Yusuf’un kalbi kırıktı, kırıklarının arasına dahi sığmayan bir yük vardı:
“Belhizar, gözümün nuru şehrim… nasıl kurtulacaksın bu zincirlerden?”
Gece gündüz, Sürgüntepe’nin rüzgârları altında düşünür, bir çıkış yolu arardı.
O sırada Zeynep, ince bir derviş sabrıyla kaleme sarıldı.
Şeyh Nûr’a bir mektup yazdı.
Her satır gözyaşıyla ıslanmıştı:
“Efendim, adınız kullanılarak masum bir şehir talan edildi, halk fitneyle kandırıldı.
Şeyhimin nuru ile kirli eller iş gördü.
Bunu bilmenizi isterim.”
Mektup ellerden ellere, dağlardan vadilere ulaştı, sonunda Şeyh Nûr’un dergâhına vardı.
Şeyh Nûr satırları okudukça kalbi sarsıldı, gözleri doldu.
Adının kirli bir tuzakta alet edilmesi onu öfkelendirdi, günlerce ağladı.
Sonra ayağa kalktı, asâsını yere vurdu:
“Bizim bu işte dahlimiz yoktur!
Lakin Belhizar’ı bu zulmün pençesinden kurtarmak boynumuzun borcudur.
Askerlerim, canlarını feda etmeye hazırdır!”
Ve hemen Zeynep’e haber salındı.
“Sabredin! Bir kaç güne nurun ordusu Belhizar’a yürüyecek.”
Mektup Şeyh Nûr’un dergâhından çıktı, günler sonra Sürgüntepe’ye ulaştı.
Zeynep elleriyle mühürü açtı, satır satır okudu, sonra kalemi yeniden aldı.
Bu kez cevabında şöyle yazdı:
“Ey Şeyhim, Belhizar artık düşmanın kalesine dönmüştür.
Oraya değil, Sürgüntepe’ye buyurun.
Burada Yusuf ve bir avuç imanlı beklemektedir.
Sürgüntepe sizin nurunuzla şereflensin!”
Haberci gece yarısı atına atladı, mektubu kanat gibi taşıdı.
Yusuf duyduğunda önce başını eğdi, sonra Zeynep’e baktı.
Gözlerinde pırıl pırıl bir gurur vardı.
“Ey Belhizar’ın maralı,
Senin ferasetin, bin kılıçtan keskin çıktı.
Ben nice defa yıkıldım,
ama senin metanetin beni her seferinde doğrulttu.”
Zeynep tebessüm etti:
“Ey Ataş Yusuf, senin takatın bizim için siper olacak,
ama bil ki sabır ve dirayet de bir kılıçtır.”
Ve böylece Sürgüntepe, bir sürgün yurdu değil, yaklaşan ordunun karargâhı olmaya hazırlanıyordu.
Sürgüntepe’de Yusuf durmaksızın planlar yapıyordu.
Gözleri ufukta bir ışık yakaladı: Belhizar halkına gizlice bir elçi göndermeliydi.
Gönderdiği casus, sokaklarda fısıltılar yaydı:
“Artık nökerlere karşı kalkışma vakti geldi. Halk ayağa kalkıyor!”
Bu haber Darıtay’ın kulağına ulaşır ulaşmaz öfkesinden ateşler fışkırdı.
Sıkı yönetim ilan edildi, halkın her hareketi denetim altına alındı.
Darıtay ayrıca destek kuvvetleri için haber gönderdi.
Tam da Yusuf’un istediği olmuştu.
“Onları kendi silahlarıyla vuracağız,” diye düşündü.
Sürgüntepe’den yola çıkıldı ve pusu kuruldu, Yusuf ve Zeynep’in planı işlemeye başladı.
Nökerler gelecek destek ordusunu beklerken, Şeyh Nûr’un ordusu sinsice arka taraftan kuşatma pozisyonuna girdi.
Ve nihayet destek kuvveti geldi.
Ama onlar henüz varamadan bertaraf edildiler. Kılık değiştirildi, ve Yusuf'un ordusu nöker görünümüne büründüler.
Artık saldırı için her şey hazırdı.
Şehrin içinde aşıkar yürüyen nöker kıyafetli Yusuf'u ordus , düşmanlarını hiç beklemedikleri bir anda yok edecek, arka taraftan kuşatacak Şeyh Nûr’un ordusu ise şehri arkasından bastıracaktı.
Belhizar’ın kaderi artık bir an meselesiydi.
Sahte nöker kıyafeti giymiş Yusuf’un ordusu sessizce şehrin kapılarından girdi.
Halkın şaşkın bakışları arasında, adımlarını derin bir kararlılıkla attılar.
Şehrin taşlı sokaklarından geçerek, tam meydanın ortasına kadar ilerlediler.
Ve orada durdu: Mulla Kamil, yaltaklanan kahkahalarıyla meydanın ortasında dikiliyordu.
Göz göze geldiler ve
— “Tuzak bu! Yusuf!” — diye bağırdı, gözlerinde şaşkınlık ve öfke bir arada.
O anda, Yusuf kılıcını çekti.
Çevresindeki yiğitler de aynı anda kılıçlarını kuşandı.
Belhizar’ın taşları, tarihe kazınacak bir günün sessiz tanığı gibi yankılanıyordu.
Belhizar’ın gök kubbesi altında bir türkünün sesi yükseldi:
“Ey Belhizar, nurun yolunu bekle,
Karanlıkta kaybolma, ışığa yürü…”
Bu sadece bir türkünün sesi değildi;
Bu, zulme karşı direnen bir milletin, imanlı yüreklerin, adaletin ve özgürlüğün sesi oldu.
Çığlıklar yükselir yükselmez, şehrin arkasında pusuda bekleyen Nur’un ordusu diğer taraftan şehre girdi.
Nökerler şaşkın, kararsız ve darmadağın hâlde, bir bir yere yığılmaya başladılar.
Meydanda kaos tam anlamıyla patlamıştı.
Mulla Kamil ve tüccar Seyfeddin, korkunun ve panik havasının arasında Yusuf’un kılıcına nasip oldular.
Lora, dehşet içinde geriye kaçıyordu.
Ama arkasında destek ordusu yoktu; yalnız başına şehre girmiş, kibriyle dolu bir şekilde gelmişti.
Şimdi yalnız, yenilmiş ve kaçıyordu.
Kendi içinden dövünerek fısıldadı:
— “E ben nerede yanlış yaptım?”
Ve onun başıda Zeynebin kılıcına nasip olmuştu.
Belhizar’ın taşları, zafere ulaşan imanlı yüreklerin ayak sesleriyle yankılanıyordu.
Ve o anda şehir, uzun yıllar süren zulmün ardından, ilk defa gerçek özgürlüğü tadıyordu.
Ve nihayet
Belhizar özgürlüğüne kavuştu.
Şehir meydanda toplandı; ama zaferin coşkusundan çok, mahcubiyet vardı.
Halk, yılların zulmü ve fitne ile yoğrulmuş kalplerini temizlemeye çalışıyordu.
Şeyh Nûr meydanda durdu, derin bir nefes aldı ve seslendi:
— “Söyleyin bana! Eğer ben içki içseydim, siz de içecek miydiniz?
Resûlullah’ın peşinden mi gidiyorsunuz, yoksa şeyh Nûr’un peşinden mi?”
Sözü bittikten sonra atına bindi ve sessizce meydanı terk etti, geride dersle dolu bir sessizlik bırakarak.
Sıra Ataş Yusuf’ta idi.
Atıyla halkın önüne çıktı. Bir müddet sessizce, sert bakışlarla halkı süzdü.
Sonra yüzlerine tükürdü ve Sürgüntepe’ye doğru at sürdü.
Arkasından, dağların maralı Zeynep de halkın gözlerine, sanki “Yazıklar olsun!” dercesine bakarak Yusuf’un ardından at sürdü.
Belhizar meydanı, özgürlüğün kazandığı ama dersin sert işlendiği bir sessizlikle kaldı.
Artık halk, ne ihanetin, ne kibirin, ne de boş övüncelerin tuzağına düşmeyeceğini biliyordu.
Yusuf, Sürgüntepe’nin yeni adıyla İnziva Tepesi’ne çekildi.
Kalbinde hem keder, hem de hikmet vardı.
Yanında Zeynep… Dağların maralı, sabrın ve direncin timsali.
Orada bir düğün kuruldu, toy yapıldı.
Kılıçların gölgesinde, gözyaşlarının arasından doğan bir sevinçti bu.
Mütevazı ama yüreklerin en temiz şenliğiydi.
Belhizar halkı ise günler, aylar boyunca Yusuf’un dönmesi için aracılar gönderdi.
Kimi gözyaşlarıyla, kimi tövbelerle yalvardı.
Ama Yusuf dönmedi.
Çünkü o bilirdi ki;
bir şehir önce kalbinde doğruluğu ve imanı yeniden inşa etmedikçe, taşlarıyla yeniden yükselemezdi.
Ve böylece İnziva Tepesi, Yusuf ile Zeynep’in hem aşkının hem de direnişinin sembolü oldu.
Belhizar halkı ise, dersini almış bir şekilde, geride utançla ama yeni bir uyanışla kaldı.